Tuesday, June 21, 2016

Şizofren mi Dikkat Eksikliği mi?


Tarih boyunca insanları Allah yoluna çağıran birileri olmuştur. Bu çağrıyı en üst seviyede temsil edenler de peygamberler olmuşlardır, çünkü âlemlerin Rabbi, onlara Cebrail AS aracılığı ile vahiy göndermiştir. Buraya kadar ifade ettiklerimiz, iman esaslarının dördünü direkt içermektedir. Vahyin içeriğini de incelerseniz, bütün iman esasları, bu kısacık ifadelere sığmaktadır. Yani, peygamberlere vahiy gelmesi hususu, iman açısından gayet hassas bir konudur. Dolayısıyla da imana düşmanlık besleyenlerin öncelikli hedefleri arasında yer almıştır. Psikiyatri biliminin ilerlemesiyle de, peygamberlere iman ekseninde yapılan saldırılara bir yenisi eklenmiştir. Bu yazıda, şizofreni tanısı üzerinden yürütülen bu saldırıyı irdelemek istiyorum.



Son peygamber Hz Muhammed SAV mesajını insanlara ilettiği zaman başlangıçta dikkate alınmayıp dışlanıyordu. Fakat onun mesajına sarılanların sayısı arttıkça, o devirdeki toplum önderlerinin etekleri tutuştu. Farklı söylemlerle insanları ondan uzaklaştırmaya çalıştılar. Bunlar arasında, mesela, onun şair olduğu iddiası vardı. Yani, gelen mesajın orijinalitesini kabul ediyorlar, fakat “altı üstü şiir” diyerek topu taca atmaya çalışıyorlardı. Ne var ki gelen vahyin şiire benzer tarafları olmakla birlikte şiir denemeyecek bir şekle ve içeriğe sahipti. O yüzden, bu şairlik iddiasının ayakları yere basmıyordu. Nitekim aynı iddia bizzat Kuran’da da yalanlanmıştı (Yasin 69).

İman düşmanlarının ikinci olarak üstünde durduğu iddia Hz Muhammed’in, haşa, büyücü olduğu iddiasıydı. Bir şekilde gördükleri mucizeleri kabullenmemek için kendilerine büyü yapıldığı iddiasını seslendiriyorlardı. Bu noktada o kadar ileri gitmişlerdi ki meseleyi bir oyun haline getirmişlerdi. “Şunu yaparsan sana iman ederiz” diyorlardı (İsra 90-93); ve bu istediklerinden bazısı mucize olarak kendilerine gösterilince “büyü yapıldığını” söyleyerek yine kabullenmiyorlardı (Kamer 2).

Bunların ardından zincirin son halkası olarak “o cinli” iddiası seslendiriliyordu. Yani kimsenin görmediği bir varlık (melek) tarafından bir mesajın getiriliyor olması, bu iddiaya zemin teşkil ediyordu. Başka insanların göremediklerini gördüğü, duyamadıklarını duyduğu için, delirmiş olduğunu söylüyorlardı. Ne var ki bu iddia da yere basmıyordu, çünkü önceden ciddi bir ilme sahip olmadığını bildikleri birisi, bir anda alimlere öğretmenlik konumuna çıkmıştı ve kendisinde delilerde görülenlerin eseri yoktu (Kalem 2, Necm 2). Tek mesele, görünmeyeni görmekti, yani.

O günler geride kaldı ama küfür geride kalmadı. Önceki yüzyılda, bilimdeki ilerlemelerden güç bulan bir takım insanlar, kendilerince rasyonel ve objektif itirazlarla imana saldırdılar. Yapılan saldırılara karşı verilen cevaplarda bu itirazların objektiflikle alakası olmadığı ve imana ait söylemlerin de en az o itirazlar kadar rasyonel olduğu ifade edildi. Okuyup düşünenler, bu bağlamda imanlarını kurtarabildiler veya tahkik yollarında mesafe katettiler. Bugün ise yeni bir itiraz var gündemde. Henüz dalga dalga dillendirilmese de, testinin kırılmasını beklemeye gerek yok.

Yeni söylem şu: şizofreni hastaları, olmayan şeyleri görür, duyar (halüsinasyon); ve bu görüp duydukları şeylere göre hareket ederler. Bu hareketler, bazen etraftaki insanlar tarafından da algılanamayacak derecede sağlam rasyonel zemine oturtulmuş olabilir ve dolayısıyla fark edilmeyebilir (John Nash örneğinde olduğu gibi). Geçmiş zamanlarda kendisine melek geldiğini iddia eden kişiler de aslında şizofreni hastası olup, bu teşhisi koyacak bilgi eksikliğinden fark edilmemiş ve tedavisiz kalmışlardır. Bu hastaların (!) ardından gidenler de aslında boş yere kürek çekmişlerdir ve aynı aldanmışlık (!) bugün de devam etmektedir.

Öncelikle yukarıdaki iddianın analizini yapalım. Rasyonel ve objektif görünen bu iddia, aslında bilimsel çalışmanın temel aksiyomunun farkında olmamaktan türemişe benziyor. Bilim, kontrol edip inceleyebildiğimiz şeylerle alakalı sistematik ve herkes tarafından tekrarlanabilir bilgi birikimidir. Yani kontrol edemediğimiz şeyleri yok saymak demek değildir veya tekrarlanamayan şeyleri inkar etmek demek değildir. Bu tip hadiseler, bilimin çalışma alanına girmediği için o noktada bilim susar. Peki bilim susunca ne başlar? Asıl önemli olan da bu zaten.

Bilim, insana güç kazandıran bir olgudur. İnsanoğlu hep kendisi için korku kaynağı olan zayıflıktan ve kontrol dışılıktan uzaklaşmak istemiştir. Bu bağlamda bilim, onun bu ihtiyacına merhem olmuştur. Fakat bu merhem, her yaraya ilaç olmadığı için ve insanların bazıları bunu kabullenemediği için, “var olanı yok sayma” hastalığına dûçar olmuşlardır. Nasıl ki âşık olduğunuz kişinin kusurları bir anda kaybolur, nasıl ki pek çok tehlike işaretlerine rağmen “bir şey olmaaaz” deyip geçeriz, işte aynı durum, bilimin sınırlılığı karşısında da geçerlidir. Bilimin sustuğu yerde, insanların hevesleri konuşmaya başlar. Peki, hevesler ciddi ortamlarda hangi dilde konuşur? Yabancı dilde: bilim ve objektivizm. Yani bizzat kendisini gizler, hevesler.



Peygamberlere şizofrenlik iddiası, onların "yok olanı gördükleri” ön kabulü üzerinedir. Yani Allah’ın, haşa, yok olduğunu, meleklerin yok olduğunu kabul edip, bu kabuller üzerine bir iddia bina ediliyor. Halbuki, öncelikle bu iddianın sahiplerinin kendileri, bilimin söylemediği bir şeyi bilimsellik kılıfında sunarak “yok olanı var sayıyorlar”. Bu noktada sâlim aklın gereği, inanmıyorsan bile itiraz etmemektir.

Konuyla direk ilgili olmasa da değinilmesi gereken bir başka nokta da yaratıcılıkta veya mucitlikte diğer insanlardan çok ileride olanlar veya bilim önderleri hep, benzer söylemlerle dışlanmışlardır. Bugün insanlığın, ve tabi ki bilimin, geldiği noktayı, bu “delilere” borçluyuz. Onlar, başkalarının göremediklerini görmüşler, insanlardan gelen baskılar ve dışlamalar karşısında yılmamışlardır. “Alimler, peygamberlerin varisleridir” hadisinin bir manası da bu olabilir.

Konumuzla ilgili ikinci önemli nokta, kime hasta denilip kime denemeyeceğidir. Başkalarının görmediklerini görmek kendi başına hastalık nedeni midir? Bu soru irdelenebilir, ancak bu kişilerin kendilerine ve çevrelerine şahsen verdikleri bir zarar yoksa, sadece normların dışında olmaları, onları hasta yapmaz. Herkesi aynılaştırma güdüsünün bilimsellik postuna bürünüp insanları kurban etmesine izin vermemek gerekir. Nitekim peygamberlerin yaşadıkları devirlerde de deliler vs. vardı. Fakat peygamberler hem vahiy öncesi hem vahiy sonrası her zaman için ümmetleri içindeki en faziletli, en güvenilir, en adam gibi adam olarak bilinmişlerdir. Dolayısıyla kafirler, onlara deli deyip geçememişlerdir. Ve dahası, peygamberlerin mesajları hep “düşünmez misiniz”ler ile doludur, Kuran’da pek çok yerde anlatıldığı üzere. Yani insanları düşünmeye ve insaflı bir şekilde karar vermeye çağırmışlardır. Yoksa körü körüne kendilerini takip etmeye çağırmamışlardır, kimseyi. Zaten eğer kafirler mantıklı bir şekilde peygamberleri alt edebilselerdi, onlara ve inananlara karşı şiddet kullanımına girişmezlerdi.



Son olarak, empati olanağı sağlaması için, hadiseyi bir de iman edenlerin çıkış noktasından ele alalım. Dahası, bilimi süistimal edenlerin yaptığı aynı yanlışı yapalım ve bakalım n'oluyor: 

“Var olan şeyleri yok saydıklarına göre ve görmelerine engel olan dünyevi meşgalelere giderek daha fazla gömüldüklerine göre, kafirlerde dikkat eksikliği ve hiperaktivite sendromu (attention deficit hyperactive disorder) olsa gerek. Nasıl ki bir nesneye baktığınızda onu görmeniz için gözlerinizin ona odaklanması gerekir, veya nasıl ki hızla hareket eden nesneler giderek flulaşır, aynı şekilde iman esaslarını kavrayamayan bu insanlar da, dikkatini odaklayamayan ve kendini dinlemekten aciz hastalar olsa gerek!” 

Nasıl? Pek hoş olmadı değil mi?



Yukarıdaki ifadeler nasıl ve ne kadar yanlışsa/doğruysa, iman esaslarına inananlara ve peygamberlerin şahıslarına karşı atılan iddialar da o kadar yanlıştır/doğrudur. Bu yüzden, tekrar etmek gerekirse, sâlim aklın gereği, inanmasan da birbirine karşı saygılı olmaktır, her iki taraf için de.




No comments:

Post a Comment