Wednesday, April 13, 2016

Doktor Doktor! Tefekkürüm Yaşayacak mı?


“Size umut verici bir şeyler söylemek isterdim… Fakat gerçekçi olmamız lazım. Tefekkürünüzün bitkisel hayattan çıkması için bir mucize lazım!”


Eğer gerçekten bir tefekkür doktoru olsaydı ve ondan böyle cevap alsaydık, tepkimiz nasıl olurdu? Farklı insanlar farklı tepkiler verebilir, fakat bu yazı, tefekkür doktorunun bu cevabından rahatsız olup “nn’ayır, nn’olamaz” diyenler için.


Günlük hayatın meşguliyetleri arasında insanlar tefekkür etmek icin pek vakit bulamazlar, vakit bulsalar da tefekküre odaklanamazlar. Bu durum kendilerine sorulduğu zaman anlatılanlar ise şu tarzda ifadeler içerir:


  • Neden düşünüyorsun; bir derdin mi var?
  • Arkadaş yalnız kalmayı istediğine göre ya bizden rahatsız oldu ya da bir sorunu var!
  • Düşün düşün, … işin.
  • Öyle oturacağına bir işe yara!
  • Düşünce karın doyurmuyor.
  • Bunlar zaten çalışılmış, bulunmuş şeyler; boş yere vaktini kaybediyorsun.
  • Alimlerden daha mı bilgilisin ki onlarınkinden farklı şeyler söylemeye çalışıyorsun?
  • Öyle dertleneceğine şu duayı al, 4444 kere oku. Dilin alışınca 5 buçuk saatte bitiyor.
  • Sürüden ayrılanı kurt kapar.
  • …’nın son bölümünü izledin mi?
  • …’nın yeni modeli çıkmış.


Neden düşünemiyoruz sorusuna cevap teşkil edebilecek bu liste daha da uzatılabilir. Peki, hayatımızdaki tefekkür firsatlarını da aynı şekilde uzun uzun sıralayabilir miyiz? Böyle bir liste oluşturmamız için ciddi ciddi oturup düşünmemiz gerekir. Oysa yaşadığımız zaman diliminde insanların en ciddi sorunlarından biri, hiç bir şey yapmadan iki dakika duramaması, sürekli kendini meşgul edecek bir şeylere ihtiyaç duyması ve böylece kendi iç dinamiklerinden habersiz olmasıdır.


Bunun en yeni dışa vurumu da sosyal medya kullanımının bağımlılık haline gelmesidir. Namaz kılarken 5 dakika durmaktan sıkılan insanlar, saatlerce ekran karşısında kalkmadan kendilerini meşgul edebilmektedirler. Araba kullanırken, karşısındaki kişiyle sohbet (!) ederken, namaz arasında, hutbe dinlerken, tesbih çekerken, derste, TV karşısında… Sürekli bir yerlerde olan ve aynı zamanda hiçbir yerde olmayan bir insan yığınına dönüşüyoruz. Her taraftan yağan görsel/işitsel eğlence mesajları veya tepkisellik içeren düşünce görünümlü sloganlarla zihnimiz meşgul. Gerçekten oturup, sancı çekip, ince eleyip sık dokuyup ortaya bir şey koymamızın imkânı yok gibi!


Peki, farz edelim ki insanlardan sectigimiz 100 kisiyi büyükçe bir alanda internetten ve telefonlarından mahrum bıraktık. Bu insanlar düşünmeye, tefekkür etmeye başlar mıydı? İnsanlar arasında tefekkür alışkanlığı gelişir miydi? Bu soruya “Tabi ki” diyebilme ihtimalimiz çok düşüktür. Bu durumda, tabiri caizse, genlerimize işlemiş bir tefekkürsüzlük hali söz konusu demektir. Her problemin oldugu gibi bu tefekkürsüzlük halinin de elbette bir cozumu vardir. Bu çözümün en önemli bileşeni de bu hastalığı doğuran faktörlerin farkına varılıp onlardan uzaklaşılmasıdır. Şöyle ki:


İnsanların görerek öğrendikleri şeyler vardır. Bebekler, anne-babalarını görüp taklit ederler; gençler, kendilerine rol modeli seçtikleri kişilerin özelliklerine bürünmek isterler. Ne var ki çocuklarımızın ve gençlerimizin bulundukları sosyal ortamlarda (aile, mahalle, akraba, TV, sosyal medya) teffekkür eden insan bulmaları zordur. Buna karşın malayani eğlence adına ve tüketim eksenli yayınlarla maruz kaldıkları bombardımanın haddi hesabı yoktur! Dolayısıyla bir insanda tefekkür melekelerinin gelişmesi için öncelikle bizzat kendisi tefekkür eden ve etrafında da tefekkür aurası oluşturan mentorlara ihtiyaç vardır. Bu düşünce önderlerinin, ülke çapında meşhur olmalarına gerek de yoktur. Sadece yeni nesil için rol modeli oluşturabilecek herhangi bir konumda olmaları yeterlidir.


“Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Beni, sonraki nesiller için iyi bir örnek kıl.” (Şuara, 83-84)


İkinci olarak, başlangıçta  aktarılan sözlerden de anlaşılacağı üzere içinde bulunduğumuz sosyal hayat temposu, düşünmeye fırsat vermeyecek kadar insanları kıskacına almıştır. Biraz düşünmek isterseniz, illa ki sizi bundan alıkoyacak bir mâni çıkar. Çünkü düşünen insan, meyvesi uzun vadede alınan ve fakat kısa vadede yük getiren bir ağaca benzer. Dolayısıyla gününü kurtarma üzerine dönen bir hayat tarzı, düşünmeyi dışlar.


“İnsan hırslı ve tez canlı yaratılmıştır.” (Mearic, 19)


Öte yandan, günü kurtarmanın bir tık ötesi de anı kurtarmaktır, ki bu, hayvanlıktan farksızdır. Dolayısıyla, bugünkü hayat temposunun va’dettiği ufuklarda bize son nefesimize kadar takdir edilen rol, karnı doyurulup iş gücü olarak kullanılan hayvanlardan farksızdır. Bunun farkına varıp bu durumdan rahatsız olmadıkça da, insanca yaşamanın vazgeçilmez özelliği olan tefekküre kavuşmak zordur.


“onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar.” (A’raf, 179)


Üçüncü olarak insanda tefekkürü tetikleyebilecek olan doğa ile içiçe bulunma, tekdüzelikten/yeknesaklıktan uzak durma gibi faktörler, modern hayatta nesli tükenmekte olan cinstendir. İçinde oturduğumuz binalar ve evlerden tutun, seyredilen TV programlarına, eğitim sisteminden tutun tatil ve piknik aktivitelerine kadar her yanımız bizi dar çerçevede yaşamaya sevketmektedir. İnsanlar ağızlarına gem vurulmus, gözlerine at gözlüğü takılmış gibi hep aynı fikri terennüm eder hale gelmiştir. Böyle olunca da, tefekkür seralarına sığınmadıkça, tefekkür tohumları yeşermeyecektir. Bu noktada, tefekkür serasının ne olmadığına da örnekler verelim: aynı kitap ve fikirlerin tekrar tekrar dile getirildiği ve ama kritik düşünceye tabi tutulmadığı ortamlar, hayatta somut uygulamaya dönüşemeyecek kadar idealistik ölçülerin “entelektüel mastürbasyon” şeklinde ağızdan ağıza dolaştığı muhabbetler.


“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.” (Asr, 1-3)


Tefekkürü engelleyen bir başka faktör de bizim tefekkür hakkındaki algımızdır. Bunu önce bir örnekle açıklayalım: tevekkül. Bilindiği üzere, tevekkülün yanlış yorumu, onun aksiyondan yoksun, pasif bir beklenti hali olduğu düşüncesidir. Bu aslında, tembelliğin, kitabına uydurulmuş halidir. Halbuki tevekkül, eldeki tüm dua imkanlarını kullanarak Allah’tan istemek ve bu istemeye O’nun vereceği cevaba güvenmek demektir. Tüm dua imkanları derken, Bediüzzaman Said Nursi’nin tanımladığı çerçevedeki tüm imkanları kastediyoruz (bkz. 24. Mektup, 1. Zeyl).


Benzer şekilde tefekkür de, sadece kafatasının içinde yapılıp dışarıya bir yansıması olmayan, aksiyondan yoksun bir düşünce hali değildir. Belki yoğun düşünce sırasında insan oturup odaklanmak isteyebilir ama en nihayetinde tefekkürün mutlaka, hayata yansımaları olur. Bu, Allah’ın Hakk isminin gereğidir. “Aksiyondan veya uygulamadan yoksun inanç” kavramı bizim bünyemizde kök saldığı için, namazsız müslüman, dürüst olmayan hacı, insanlarla sürekli geçimsizlik yaşayan dindar ya da aksiyonsuz tefekkür gibi olguları “normal” zannediyoruz. Halbuki bunlar, belki hayatın içerisinde karşılaşılan durumlar olabilmekle birlikte, kabullenilmeyip kurtulunması gereken hallerdir. Bundan dolayıdır ki aksiyonsuz tefekkür eden insanların “yaptıkları iş, pişirdikleri aş bereketsiz olur”.


“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru ! Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur. Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, "Rabbinize inanın!" diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi, Kur'an'ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz! Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vâdettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vâdinden caymazsın! Bunun üzerine Rableri, onların dualarını kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah; karşılığın güzeli O'nun katındadır.” (Ali İmran, 190-195)


Bu dört neden, ilk akla gelenler arasında olmakla beraber, görüntüde direk ilgili olmayan ama tefekkürle derinden ilgili olan bir başka husus da insana verilen değerdir. Bir insan, kendine değer verildiğini hissederse, etrafındaki insanlara ve diğer varlıklara da değer verebilir. Böyle bir insanın aksiyonu tefekkürlü, tefekkürü aksiyonlu olur. Değer verdiği varlıkları da birer ayet olarak okuması daha kolay olur. Yoksa değer vermediği ve dönüp bakmadan geçip gittiği şeyler, onun için bir ayet niteliği taşıyıp ve teffekkür dünyasını şenlendirebilir mi?


“Semalarda ve yeryüzünde nice âyet (delil) vardır. Ve onlar, ondan (o delilden) yüz çevirerek yanından geçerler.” (Yusuf, 105)


Buraya kadar anlatılanları özetlersek, önümüze kısa bir reçete çıkmaktadır. Öncelikle aksiyonsuz tefekkür algısını yıkıp düşünce-hayat birlikteliğini sağlarsak, yaşadığımız ortamları, “doğadan mahrumiyet bölgesi” olmaktan çıkarırsak, hayat tempomuzu yavaşlatıp uzun vadeli planlar yaparsak, çocuk ve gençlerimizi, tefekkür açısından rol modeli olabilecek kişilerle buluşturursak ve hepsinden önemlisi insana değer verip insan eksenli iş yapmaya başlarsak, tefekkürümüzün yaşamaya devam edeceği yönünde ümitvar olabiliriz. “Biz fakirik beyim, böyle şeyler anlamayık” dersek, kronikleşmiş tefekkür hastalıklarımız ve bunların tetiklediği başka problemler için Alamanya veya Amarika’daki tohtorlara gitmeye daha çok devam ederiz.


“Bir toplum kendinde olan durumu değiştirmedikçe, hiç şüphe yok ki, Allah da o toplumda olan hâli değiştirmez.” (Rad, 11)

Sunday, April 3, 2016

Evrim Üzerine Düşünceler - 2

Farz edelim ki uzayın derinliklerinde yaşayan bir medeniyet dünyaya geliyor. Geldikleri tarih itibariyle insanlar, dünyadaki koşullar kötüleştiği için uzayın başka bir köşesine gitmişler. İnsan türünden habersiz olan bu uzaylılardan iki kişi, bu yeni gezegende gördükleri yapıların nasıl oluştuğunu merak ediyorlar.


Bu meraklı uzaylılardan biri, dünyanın başka yerlerini de gezip, çok enteresan daha başka yapılarla da karşılarşır.


Bu çok enteresan yapıları gördükten sonra gezgin uzaylı diyor ki: "Gezegenin her tarafına yayılan ve 90 derece köşeli yüzeylerden oluşan bu yapılar, diğerleri gibi doğal hadiseler neticesinde oluşmuş."

Fotoğrafları inceleyen diğer uzaylı, aradaki farklara bakar ve ayrıca bu yapıların malzemelerini inceler ve der ki, "İyi ama, diğerlerine göre çok farklı ve çok sert malzemelerden yapılmış bu yapılar. nasıl olur da sadece doğal hadiselerle açıklarsın? Baksana, ileri mühendislik ve mimari gerektiren şekiller bunlar; rastgele oluşmuşa benzemiyor!"

Buna karşılık gezgin uzaylı da şöyle cevap verir: "E tabi, yumuşak kayalardan oluşan yapılar daha çabuk şekil alıyor, sert malzemeden olanlar ise milyonlarca yılda oluşuyor."

"Peki 90 dereceli köşeleri nasıl açıklayacaksın?"



"Gördüğün gibi binaların hepsinde veya heryerinde 90 derece yok! Bazısında var bazısında yok. O dediklerin, sürecin içerisinde olanlar. Yani yuvarlak köşeli olanlara nazaran daha yeni yapılar oldukları için evrimsel süreçlerini tamamlamamışlar. Bir kaç milyon yıl sonra onların da oval köşeli hale geldiklerini göreceksin."

Gerçekten de yapılan karbon testleri neticesinde 90 dereceye sahip yapıların, gezegenin diğer yerlerinde gözlemlenen yapılara göre kıyas kabul etmeyecek derecede yeni olduğunu görürler. Bu iki uzaylı, Dünya gezegeninde çektikleri fotoğrafları, daha sonra, kendi gezegenlerinde başkalarıyla paylaşırlar ve "Dünya gezegeninin doğal harikaları" diye yayınlarlar.

Bu paylaşımlardan etkilenen paleontolog (fosil bilimci) bir uzaylı, gördüklerini yerinde incelemek ve kendi araştırmalarını yapmak ister. Böylece dünyaya ziyarete gelir. Önceden gelenlerin 90 dereceli dedikleri yapıların içerisinde bazı küçük fosillerle karşılaşır. Bu fosillerin sayısı o kadar fazladır ki paleontolog uzaylı, bu nesli tükenmiş böcek türüne bir isim verir: Nasni. Bulgularını da yine kendi gezegeninde yayınlar.

Nasnilerin varlığı, daha önceden gelen uzaylıların dediklerinin daha detaylı incelenmesine ve daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur. 90 dereceli yapıların içinde bol miktarda rastlanan nasni fosilleri, bu yapıların içindeki ince yapıların nedenini ortaya koyar. Daha önceden sadece doğal hadiselerle açıklanmaya çalışılan bu detaylar, şimdi nasni böceklerinin kendilerine yuva edinme güdüleri ile açıklanır.

Derken, uzaylıların kendi gezegenlerindeki başka biri şöyle bir soru atar ortaya: "Acaba bu nasniler aslında bizim gibi zeki yaratıklar olamazlar mı? Yani bu 90 dereceli yapıların hepsi, onların eseri olamaz mı?"

Başlangıçta enteresan gelen bu fikir, pek çok eleştiriye maruz kalır. Öncelikle bu zeki tür nereden ortaya çıkmış olabilir ki? Ve madem o kadar zekiler, şimdi neredeler, neden soyları tükendi? Ve madem zekiler, neden evrimsel açıdan en gelişmiş olan oval şekiller yerine az gelişmişliğin timsali olan 90 derece yapılarla yetindiler?

Sadece soruların varlığı ve onlara cevap verilememesi, iddianın yanlışlığını gerektirmeyeceği için uzaylılar, zeki nasniler kavramını bir süreliğine rafa kaldırırlar. Bu arada, jeolog uzaylılar, dünya gezegenine milyonlarca yıl önce çarpmış olan bir meteorun izlerini bulurlar. Bu durum, ihtimal dahilinde, nasnilerin soyunun neden tükendiğini açıklayabilir, fakat daha cevaplanması gereken pek çok soru vardır...


Uzaylıları kendi araştırmaları ile başbaşa bırakalım, biz kendi nasnilerimizle ilgilenelim: İnsan.

Bu temsîlî hikayecikte de görüldüğü gibi, biz insanlar bir şeyleri açıklamaya çalışırken, öncelikle bazı temel paradigmalar doğrultusunda önermeler oluşturur, sonra bu önermelerin doğruluğunu test ederiz. Bu testler, farklı metodlarla yapılır: gözlemler, deneyler, teorik modellerle oluşturulan tahminler. Baştaki paradigmalardan dolayı, yapılan gözlemler ve onların üzerine bina edilen yorum ve felsefeler de bir ölçüde ön koşullanmaya maruz kalır. Bu durum, mutlak manada kötü bir şey değildir. İnsanlık, bu metodu disiplinli bir şekilde uygulayarak bu günlere gelmiştir. Fakat, varlığının ve neden olduğu kısıtların farkına varılmazsa ön paradigmalar, insanları, başlangıcı doğru olan ama yanlış yönde atılan adımlara itebilir.

Evrim bağlamında yaşanılan sorunların bir kısmı da bundan kaynaklanmaktadır. "Her şeyi evrimle açıklayacağım" diye kendini koşullandıran bir kişi, mutlaka kendince geçerli açıklamalar bulabilir. Bunlar tamamen yanlış açıklamalar da olmayabilir fakat:

  1. Datanın doğruluğu, üstüne bina edilen yorumun da doğruluğunu gerektirmez;
  2. Başlangıçtaki paradigmanın, muhtemel pek çok yorumdan "işimize geleni" tercih etmemize neden olduğunu unutmamak gerek;
  3. Var olan paradigmanın sarsılmasından korkmak ve bu nedenle de aşırı tepkiler vermek, bilimsel bir tavır olmayıp kişilerin kendi subjektif dünyalarındaki eksikliklerden kaynaklanan çalkantıların bilimsellik perdesi arkasında gizlenmesidir. Bugün biyoloji ve genetik dünyasında evrim konusu, bir tabu haline gelmiş olup, farklı açıklama içeren bir bilimsel makale gönderseniz, makalenizin reddedilmesi kaçınılmazdır;
  4. Yaratılış ve evrimin bağdaşmayacağı düşüncesi, gerek bilim adamlarının gerekse dindar insanların kafalarındaki yanlış olgulardan kaynaklandığı için,"evrimle ilgili çalışmalar dine aykırıdır" düşüncesiyle "yaratılış düşüncesi bilimin önünü kapatıyor" düşüncesi, eşit miktarda yanlıştır.