Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman
içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır
mıngır sallar iken evrenin derinliklerinde insanlarla ineklerin ortaklaşa yaşadığı
bir memleket varmış. İnekler çok çalışıp sürekli insanlar için bir şeyler
üretirken insanlar da onlardan aldıkları ürünlerle rahat bir hayat sürermiş.
Rahatlarının bozulmadan devam etmesi için de ineklerin çalışıp bir şeyler üretmesi
için çiftlikler kurup, onların yemeklerini verirlermiş. İnekler de üretmeyi seven
varlıklar oldukları için, emeklerinin karşılığını alıp almadıklarına
bakmaksızın canla başla çalışırlarmış.
İnsanlar arasında kimileri sadece kendi rahatını
düşünürken azınlık da olsa kimisi de inekleri düşünürmüş ve onların hayat
şartlarının ve iş yüklerinin daha kabul edilebilir hale getirilmesi için gayret
gösterirlermiş. İneklerin hayatları boyu süt ve gübre üretimi için nasıl ağır
mesai yaptıklarını ve iş göremez hale geldiklerinde de kesimhanelerde et, kemik
ve derileriyle insanlara fayda sağladıklarını, insanlar için böyle fedakârca
çalışan bu varlıkların daha iyi muameleyi hak ettiğini anlatırlarmış. Ne var
ki, rahata alışmış olan insanlar, bu anlatılanları masal gibi dinler, “onları
bize hizmet etsinler diye biz yetiştiriyoruz zaten; bir de onların hizmetçisi
mi olacağız” deyip geçerlermiş.
Gel zaman git zaman inekler, başka memleketlerde çok daha
iyi büyüme, çoğalma ve çalışma şartları olduğunu öğrenmişler. Köle gibi
kullanıldıkları bu yerde sürünmeye devam edip en nihayetinde de vahşice
katledilmektense, diğer memleketlerdeki gibi ineklik onuruna yaraşır bir
şekilde muamele görmeyi arzulamışlar. Bir müddet sonra da birer birer o
memleketlere göç etmeye başlamışlar. Giden ineklerin iyi hallerini öğrendikçe,
giderek daha fazla inek terk etmiş doğdukları memleketi. Bu gidişler öyle bir
hal almış ki inekler daha danayken bile, o diğer memleketlerin hayalini kurar
hale gelmişler. Onların bu hevesleri de, çiftliklerde maruz kaldıkları onur
kırıcı ve bencilce muamelelerle daha da kızışmış.
Aradan yıllar geçmiş. İneklerin doğup büyüdükleri memleketteki
inek sayısı iyice azalmış. Kalanlar da zaten zayıf, fazla ürün vermeyen, fazla
çoğalamayan hatta ineklik onuruyla falan da ilgileri olmayan zavallılarmış.
İşte tam o sıralarda, kaliteli ineklerin onurlu bir yaşama kavuşmak için göç
ettiği memleketteki insanlar, inek haklarının çiğnendiği, onların asıl doğup
büyüdükleri memleketi işgal etmiş. Çok kanlı savaşlar olmuş. En nihayetinde de
inek sermayesi az olan ineklerin anayurdu, savaşı kaybetmiş. İşgalci insanlar,
ağır şartlarda bir anlaşma imzalatarak ineklerin anayurdunu serbest bırakmışlar.
Bu yenilginin ardından, ineklerin memleketindeki insanlar
düşünmüşler, biz niye savaşı kaybettik diye. Tabi ki göze ilk çarpan etmen,
ineklere karşı gösterilen tutum ve bundan kaynaklanan inek sermayesinin düşüşü.
Böylece kafalarına dank eden insanlar, yememişler içmemişler, tekrar inek dostu
bir diyar olmak için çalışmışlar; yeter ki kaliteli inekler geri dönsün, asıl memleketlerinde büyüsünler, çoğalsınlar ve ürün versinler.
Bilge inekler, olanları bir süre takip etmişler ve
demişler ki “bu insanlar bizi gerçekten sevip sayıyor değiller; onlar sadece
eski rahatlarına kavuşmak istiyorlar; buna kavuşunca da bizi yeniden sömürüp
keseceklerdir.” Bu söz, başlangıçta rağbet görse de uzun vadede ineklerin
memleket özlemi ağır basmış, ve birer birer dönmeye başlamışlar. Aradan kısa
zaman geçtikten sonra da ineklerin anayurdu tekrar kalkınmaya başlamış.
Biraz rahata kavuşunca insanlar, kendi açlıklarını hatırlamışlar. İnek dostu memleketlerde iyice
gelişip serpilmiş ve şimdi geri dönmüş olan semiz ineklerin, mükemmel
menülere malzeme olacağının hayalini kurmuşlar. “Bugüne kadar onları biz
yetiştirdik, meyvesini hep başkaları yedi. Yeter artık. Biraz da biz
faydalanalım bu ineklerden…” demişler. Ve inek katliamı başlamış yeniden…
Kendi memleketlerine hizmet sunmak isteyen inekler, bilge
ineklerin uyarısını hatırlamışlar: “bu insanlar bizi gerçekten sevip sayıyor
değiller; onlar sadece eski rahatlarına kavuşmak istiyorlar; buna kavuşunca da bizi
yeniden sömürüp keseceklerdir.” Fakat iş işten çoktan geçmişmiş. Üzülmüşler, süzülmüşler.
Yeniden zayıf ve bir işe yaramaz hale gelmişler.
Tam o sırada, ineklerin hiç beklemediği bir şey olmuş. Daha
önceden anayurtta kalan şahsiyetsiz inekler, bir yaygara çıkartmış: “inekler olarak başımıza gelenleri hak
ediyoruz; elin memleketine gidince her türlü elimizden geleni esirgemiyoruz, ineklerin anayurdu olan kendi memleketimize gelince tembellik ediyoruz; bu ihanetin
elbette bir bedeli olması lazım.” Ve böylece o eski inekler ve bazı insanlar,
inek dostu memleketlere gidip inekleri cezalandırılmak üzere geri istemişler.
Ne var ki bu istekler, “bizim ineklere ihtiyacımız var” denilerek reddedilmiş. Onlar inekleri alıp cezalandırmak için ısrar ettikçe, inek dostu
memleketleri daha fazla sinirlendirmişler.
En sonunda, kendi ellerinde kaliteli inek kalmayan
ineklerin anayurdu, yeniden zayıf düşmüş. Hem de bu sefer, insanların yaptıkları
ikiyüzlülük ve inek dostu memleketlerde uyandırdıkları kızgınlıklar da cabası.
Gün geçtikçe açlık ve sefalet yayılmaya başlamış. İşin kötüsü, gübre
yokluğundan, memleketteki yeşillik de azalmış ve havasızlık baş göstermiş. Birer
birer insanlar ölmeye başlamış. Kimse de dönüp yüzlerine bakmamış.
İneklerin anayurdu böylece yeniden, ineklik onuruna
saygılı ve inek dostu insanların eline kalmış. İnekler ve insanlar orada, o
zamana kadar görülmemiş güzelliklere ev sahipliği yapacak bir memleket inşa
etmişler. Masalımız da burada bitmiiş…
No comments:
Post a Comment