Monday, June 27, 2016

Evrim Üzerine Düşünceler - 4



Mars… Komşu gezegen! Ne kadar enteresan değil mi? Daha yeni global köy kavramı ile tanışırken şimdi bir de güneş sistemine yayılan bir birlik anlayışı geliştirmemiz gerekiyor. Belki 40 yıl sonra Mars’ta insanlar koloni kurmuş, yaşıyor olacaklar ve iki gezegen arasında seyahatler olağanlaşmış olacak. Teknolojiyle beraber gelen bu değişiklikler acaba her şeyi değiştirmeye yetecek mi, pekiyi? Mesela düşmanlıklar, bencillikler, bağnazlıklar… Acaba bunlar sadece dünyada mı kalacak yoksa onlar da Mars’a bizimle beraber gelecek mi? Veya Mars’ta görüp tecrübe edeceklerimiz, insanlık olarak bizi dünyada da daha medeni olmaya itecek mi? Bu konulara ışık tutabilmek maksadıyla bir hayali gezi yapalım. Hayali diyorum ama, aslında tamamen gerçek veriler üstüne kurulu; sadece bir iki noktada hayal işin içine giriyor.

  


Mars gezegeninde yer çekimi dünyanın üçte biri kadar ve bir günün uzunluğu neredeyse aynı. Gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı ise oldukça fazla. Geceleyin -150 oC’yi görürken, gündüz maksimum 20 oC’yi görebiliyorsunuz. Atmosfer basıncı da yine oldukça düşük. Teknik detaylarda kaybolmadan kısaca şunları söyleyebiliriz: her ne kadar yer çekim ivmesini değiştiremesek de Mars atmosferindeki karbondioksit miktarını artırırsak, yani orada global ısınmayı tetiklersek, gezegenin derinliklerinde ve kutuplarında buz tutmuş olan su da açığa çıkacaktır. Bu durumda da hem gece gündüz sıcaklık farkı kapanacak, hem atmosfer basıncı yükselecek ve bütün bunlar, yaşanabilir koşulların oluşmasını netice veren bir dizi başka hadiseye yol açacak. Sanki birisi, dünyadaki sorunlarla bize bir şeyler öğretmeye çalışıyor ve ne tesadüf ki en yakınımızdaki gezegen de bu öğrendiklerimizi uygulayabileceğimiz bir laboratuvar gibi donatılmış

Mars hakkında bu dediklerimizin gerçekleşmesi sürecinde insanlardan ilk gidenler olacak ve orada araştırmalar yapacaklar. Şimdiden zaten orada robotlar testler yapıyor ve gezegenle alakalı oldukça fazla bilgi elde edinilmiş durumda. Buraya kadar anlattıklarımızı bir yere koyalım ve farz edelim ki bir organik kimya uzmanı Mars’a gitmiş olsun ve orada erimekte olan buzlardan oluşan göllerde neler var neler yok diye çalışmalar yapıyor olsun. Ona arkadaşlık etmek üzere de bir paleontoloğumuz (fosil bilimci) olsun.

Öncelikle organik kimya deyince, işin tarihine biraz bakmak lazım. İnsanlar organik molekülleri ilk fark ettiklerinde onların sadece canlıların vücudunda sentezlendiğini zannediyorlarmış; bu nedenle organik demişler. Ama sonradan, yapay olarak da elde edilebildiklerini görmüşler, fakat isim değişmemiş. İşin enteresanı, yakın zamanlarda yapılan derin uzay gözlemleri neticesinde anlaşılıyor ki uzaydaki toz bulutları (nebulalar) içerisindeki farklı kimyasallar arasında organik diye bilinen pek çok molekül mevcut. Yani sanki uzay boşluğunda bakteriler var da binlerce ışık yılı çaptaki hacme organik ürün pompalıyorlar… Bakterilerin varlığını doğrulayacak bir bilgimiz yok tabii ki, ama uzayda organik moleküller olduğu bugün biliniyor. Peki Mars’ta çalışmalar yapan organik kimyacı dostumuz organik moleküller keşfederse ve hatta bazı bakterilere rastlarsa?!?! Daha da ötesi, organik kimyacı dostumuzla beraber çalışan bir de paleontolog vardı; o da Mars derinliklerinde veya kayalarının arasında fosillere rastlarsa?!?!? O zaman n’olacak? Bu canlıların varlığı nasıl açıklanacak?




Muhtemelen ilk tepkiler arasında şunlar olacak: “yalan söylüyorlar”; “daha önceden de maymun kemiklerinden derleme yapıp evrimin delili diye yutturmuşlardı, yine benzer bir şey olmalı”, “dünyadan götürmüşlerdir”, “uzay başlarına vurmuş olmalı”, “dünyadan kopan bir parça Mars’a düşmüş olmalı ve onunla beraber bakteriler ve tohumlar gitmiştir.”

Öte yandan karşı safta da şöyle tepkiler uçuşacak: “alın size kendi kendine türeme örneği”, “önceden dediğimiz gibi, bilim ilerledikçe dine gerek kalmayacak”, “yakında insan fosili de bulunursa asıl sen o zaman gör!”

İnsanlar kendi aralarında tartışa dursun, biz organik kimyacı (O) ve paleontolog (P) kahramanlarımıza kulak verelim.

O- Subhanallah! Demek doğruymuş!

P- Ne doğruymuş?

O- Yedi dünya.

P- Yedi dünya mı?

O- Evet. Dünyadayken okuduğum bir kitapta (12.Lema) yedi kat göklerin yaratılması ve dünyanın da onlara benzetilmesi meselesiyle ilgili yorumlardan biri buydu. Dünya gibi, muhtemelen insanları da barındıran, yedi gezegen. Kuran’daki bir ayete binaen bu yorumlar yazılmıştı. “O Allah ki, yedi kat gökleri ve yerden de onların misli kadarını (yedi kat yerleri) yarattı.” (Talak 12)

P- Enteresan. Pekiyi, insanlar oralara sonradan mı gidiyor yoksa orada mı yaratılıyorlar? Yedi ‘Adem ve Havva’ durumu var mı yani?

O- Bilmiyorum ama bu sorunun cevabının evet olması muhtemel. Çünkü hadislerde bu yönde anlatılanlar var. Nuh AS hakkında Kuran’da anlatılanlara bakınca da benzer sonuçlara ulaşmak mümkün. “Ve Allah, sizi yerden (topraktan) bir nebat (gibi) yetiştirdi (yarattı).” (Nuh 17)

P- Yani başka gezegenlerde dünyadan bağımsız olarak yaratılmış insan toplulukları olabilir mi diyorsun?

O- Evet, aynen öyle. Ve muhtemelen bizim yaptığımız bu tartışmayı onlar da yapıyorlar. Muhtemelen onlar da yaratılışı sorguluyorlar; aralarından birileri kendilerini herhangi bir yaratık gibi olağan ve sorumsuz olarak anlatıyor, diğerleri de kendilerini yaratan bir Allah’a inanıyor.

P- O zaman bir yaratıcıya inanma kadar yaratma kavramının nasıl anlaşıldığı da önemli galiba. Çünkü genelde yaratma deyince geçmiş zaman içinde bir noktada bir defada varlık sahnesine çıkarılma anlaşılıyor. Halbuki yaratma, geniş zaman kipinde olan bir fiil. Sürekli yaratılma söz konusu: “Ve O, O’dur ki ilk yaratışı başlatır ve sonra onu iade eder (eski haline döndürür).” (Rum 27)

O- Kesinlikle. Canlıların nasıl yaratılmakta olduğunu anlamamız için bizzat Rabbimiz bizi dünyayı gezmeye çağırıyor: “Yeryüzünde dolaşın ve böylece ilk yaratılışın nasıl olduğuna bakın.” (Ankebut 20) Tabii şimdi yedi dünya söz konusuysa, yedi dünyaya yapılan bir davet söz konusu

P- Ve bunu yaparken de sabit kalıplarla değil de açık zihinle yapmak gerekiyor zannederim. Çünkü kimsenin ilk yaratılışa şahit tutulmadığı noktası gözler önüne seriliyor: “Ben onları (İblis ve soyunu) ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben yoldan çıkaranları yardımcı edinecek değilim.” (Kehf 51)




Tuesday, June 21, 2016

Şizofren mi Dikkat Eksikliği mi?


Tarih boyunca insanları Allah yoluna çağıran birileri olmuştur. Bu çağrıyı en üst seviyede temsil edenler de peygamberler olmuşlardır, çünkü âlemlerin Rabbi, onlara Cebrail AS aracılığı ile vahiy göndermiştir. Buraya kadar ifade ettiklerimiz, iman esaslarının dördünü direkt içermektedir. Vahyin içeriğini de incelerseniz, bütün iman esasları, bu kısacık ifadelere sığmaktadır. Yani, peygamberlere vahiy gelmesi hususu, iman açısından gayet hassas bir konudur. Dolayısıyla da imana düşmanlık besleyenlerin öncelikli hedefleri arasında yer almıştır. Psikiyatri biliminin ilerlemesiyle de, peygamberlere iman ekseninde yapılan saldırılara bir yenisi eklenmiştir. Bu yazıda, şizofreni tanısı üzerinden yürütülen bu saldırıyı irdelemek istiyorum.



Son peygamber Hz Muhammed SAV mesajını insanlara ilettiği zaman başlangıçta dikkate alınmayıp dışlanıyordu. Fakat onun mesajına sarılanların sayısı arttıkça, o devirdeki toplum önderlerinin etekleri tutuştu. Farklı söylemlerle insanları ondan uzaklaştırmaya çalıştılar. Bunlar arasında, mesela, onun şair olduğu iddiası vardı. Yani, gelen mesajın orijinalitesini kabul ediyorlar, fakat “altı üstü şiir” diyerek topu taca atmaya çalışıyorlardı. Ne var ki gelen vahyin şiire benzer tarafları olmakla birlikte şiir denemeyecek bir şekle ve içeriğe sahipti. O yüzden, bu şairlik iddiasının ayakları yere basmıyordu. Nitekim aynı iddia bizzat Kuran’da da yalanlanmıştı (Yasin 69).

İman düşmanlarının ikinci olarak üstünde durduğu iddia Hz Muhammed’in, haşa, büyücü olduğu iddiasıydı. Bir şekilde gördükleri mucizeleri kabullenmemek için kendilerine büyü yapıldığı iddiasını seslendiriyorlardı. Bu noktada o kadar ileri gitmişlerdi ki meseleyi bir oyun haline getirmişlerdi. “Şunu yaparsan sana iman ederiz” diyorlardı (İsra 90-93); ve bu istediklerinden bazısı mucize olarak kendilerine gösterilince “büyü yapıldığını” söyleyerek yine kabullenmiyorlardı (Kamer 2).

Bunların ardından zincirin son halkası olarak “o cinli” iddiası seslendiriliyordu. Yani kimsenin görmediği bir varlık (melek) tarafından bir mesajın getiriliyor olması, bu iddiaya zemin teşkil ediyordu. Başka insanların göremediklerini gördüğü, duyamadıklarını duyduğu için, delirmiş olduğunu söylüyorlardı. Ne var ki bu iddia da yere basmıyordu, çünkü önceden ciddi bir ilme sahip olmadığını bildikleri birisi, bir anda alimlere öğretmenlik konumuna çıkmıştı ve kendisinde delilerde görülenlerin eseri yoktu (Kalem 2, Necm 2). Tek mesele, görünmeyeni görmekti, yani.

O günler geride kaldı ama küfür geride kalmadı. Önceki yüzyılda, bilimdeki ilerlemelerden güç bulan bir takım insanlar, kendilerince rasyonel ve objektif itirazlarla imana saldırdılar. Yapılan saldırılara karşı verilen cevaplarda bu itirazların objektiflikle alakası olmadığı ve imana ait söylemlerin de en az o itirazlar kadar rasyonel olduğu ifade edildi. Okuyup düşünenler, bu bağlamda imanlarını kurtarabildiler veya tahkik yollarında mesafe katettiler. Bugün ise yeni bir itiraz var gündemde. Henüz dalga dalga dillendirilmese de, testinin kırılmasını beklemeye gerek yok.

Yeni söylem şu: şizofreni hastaları, olmayan şeyleri görür, duyar (halüsinasyon); ve bu görüp duydukları şeylere göre hareket ederler. Bu hareketler, bazen etraftaki insanlar tarafından da algılanamayacak derecede sağlam rasyonel zemine oturtulmuş olabilir ve dolayısıyla fark edilmeyebilir (John Nash örneğinde olduğu gibi). Geçmiş zamanlarda kendisine melek geldiğini iddia eden kişiler de aslında şizofreni hastası olup, bu teşhisi koyacak bilgi eksikliğinden fark edilmemiş ve tedavisiz kalmışlardır. Bu hastaların (!) ardından gidenler de aslında boş yere kürek çekmişlerdir ve aynı aldanmışlık (!) bugün de devam etmektedir.

Öncelikle yukarıdaki iddianın analizini yapalım. Rasyonel ve objektif görünen bu iddia, aslında bilimsel çalışmanın temel aksiyomunun farkında olmamaktan türemişe benziyor. Bilim, kontrol edip inceleyebildiğimiz şeylerle alakalı sistematik ve herkes tarafından tekrarlanabilir bilgi birikimidir. Yani kontrol edemediğimiz şeyleri yok saymak demek değildir veya tekrarlanamayan şeyleri inkar etmek demek değildir. Bu tip hadiseler, bilimin çalışma alanına girmediği için o noktada bilim susar. Peki bilim susunca ne başlar? Asıl önemli olan da bu zaten.

Bilim, insana güç kazandıran bir olgudur. İnsanoğlu hep kendisi için korku kaynağı olan zayıflıktan ve kontrol dışılıktan uzaklaşmak istemiştir. Bu bağlamda bilim, onun bu ihtiyacına merhem olmuştur. Fakat bu merhem, her yaraya ilaç olmadığı için ve insanların bazıları bunu kabullenemediği için, “var olanı yok sayma” hastalığına dûçar olmuşlardır. Nasıl ki âşık olduğunuz kişinin kusurları bir anda kaybolur, nasıl ki pek çok tehlike işaretlerine rağmen “bir şey olmaaaz” deyip geçeriz, işte aynı durum, bilimin sınırlılığı karşısında da geçerlidir. Bilimin sustuğu yerde, insanların hevesleri konuşmaya başlar. Peki, hevesler ciddi ortamlarda hangi dilde konuşur? Yabancı dilde: bilim ve objektivizm. Yani bizzat kendisini gizler, hevesler.



Peygamberlere şizofrenlik iddiası, onların "yok olanı gördükleri” ön kabulü üzerinedir. Yani Allah’ın, haşa, yok olduğunu, meleklerin yok olduğunu kabul edip, bu kabuller üzerine bir iddia bina ediliyor. Halbuki, öncelikle bu iddianın sahiplerinin kendileri, bilimin söylemediği bir şeyi bilimsellik kılıfında sunarak “yok olanı var sayıyorlar”. Bu noktada sâlim aklın gereği, inanmıyorsan bile itiraz etmemektir.

Konuyla direk ilgili olmasa da değinilmesi gereken bir başka nokta da yaratıcılıkta veya mucitlikte diğer insanlardan çok ileride olanlar veya bilim önderleri hep, benzer söylemlerle dışlanmışlardır. Bugün insanlığın, ve tabi ki bilimin, geldiği noktayı, bu “delilere” borçluyuz. Onlar, başkalarının göremediklerini görmüşler, insanlardan gelen baskılar ve dışlamalar karşısında yılmamışlardır. “Alimler, peygamberlerin varisleridir” hadisinin bir manası da bu olabilir.

Konumuzla ilgili ikinci önemli nokta, kime hasta denilip kime denemeyeceğidir. Başkalarının görmediklerini görmek kendi başına hastalık nedeni midir? Bu soru irdelenebilir, ancak bu kişilerin kendilerine ve çevrelerine şahsen verdikleri bir zarar yoksa, sadece normların dışında olmaları, onları hasta yapmaz. Herkesi aynılaştırma güdüsünün bilimsellik postuna bürünüp insanları kurban etmesine izin vermemek gerekir. Nitekim peygamberlerin yaşadıkları devirlerde de deliler vs. vardı. Fakat peygamberler hem vahiy öncesi hem vahiy sonrası her zaman için ümmetleri içindeki en faziletli, en güvenilir, en adam gibi adam olarak bilinmişlerdir. Dolayısıyla kafirler, onlara deli deyip geçememişlerdir. Ve dahası, peygamberlerin mesajları hep “düşünmez misiniz”ler ile doludur, Kuran’da pek çok yerde anlatıldığı üzere. Yani insanları düşünmeye ve insaflı bir şekilde karar vermeye çağırmışlardır. Yoksa körü körüne kendilerini takip etmeye çağırmamışlardır, kimseyi. Zaten eğer kafirler mantıklı bir şekilde peygamberleri alt edebilselerdi, onlara ve inananlara karşı şiddet kullanımına girişmezlerdi.



Son olarak, empati olanağı sağlaması için, hadiseyi bir de iman edenlerin çıkış noktasından ele alalım. Dahası, bilimi süistimal edenlerin yaptığı aynı yanlışı yapalım ve bakalım n'oluyor: 

“Var olan şeyleri yok saydıklarına göre ve görmelerine engel olan dünyevi meşgalelere giderek daha fazla gömüldüklerine göre, kafirlerde dikkat eksikliği ve hiperaktivite sendromu (attention deficit hyperactive disorder) olsa gerek. Nasıl ki bir nesneye baktığınızda onu görmeniz için gözlerinizin ona odaklanması gerekir, veya nasıl ki hızla hareket eden nesneler giderek flulaşır, aynı şekilde iman esaslarını kavrayamayan bu insanlar da, dikkatini odaklayamayan ve kendini dinlemekten aciz hastalar olsa gerek!” 

Nasıl? Pek hoş olmadı değil mi?



Yukarıdaki ifadeler nasıl ve ne kadar yanlışsa/doğruysa, iman esaslarına inananlara ve peygamberlerin şahıslarına karşı atılan iddialar da o kadar yanlıştır/doğrudur. Bu yüzden, tekrar etmek gerekirse, sâlim aklın gereği, inanmasan da birbirine karşı saygılı olmaktır, her iki taraf için de.




Tuesday, June 14, 2016

Salavat İşlemek


“Salavat işlenmez, çekilir” diye beni düzeltmeye mi kalkacaksınız? O zaman ben de size “salavatın çekilmesi mi yoksa işlenmesi mi daha makbuldür” diye sorarım. Bu meseleyi çözümlemek için salavat kelimesinin arkasındaki manalara bakmak gerek.

Salavat, salat kelimesinin çoğulu olup, dua etmek manasına gelir. Namaz için de aynı kelime kullanılır. Peygamberimiz Muhammed AS özelinde konuşmak gerekirse, onun huzura ermesi ve ümmeti ile beraber sevinmesine yönelik olarak dua etmek manasına kullanılır. Yani “Allahümme salli ala Muhammed” dediğiniz zaman, Hz. Muhammed’in makam-ı mahmuda ulaşması ve şefaatinin genişletilmesi için dua etmiş oluyorsunuz ve dolayısıyla, bir anlamda siz, kendinize de dua etmiş oluyorsunuz.

Salavat okunması hakkında referans olarak gösterilebilecek hem ayet hem de hadisler mevcuttur. Ayet olarak, “inallahe ve melaiketehu yusallune alennebiy…” (Ahzab 56) ve hadis olarak da “ 'Ey Allah’ın Elçisi, sana selâm vermeyi anlıyoruz; peki, nasıl salât edeceğiz?' sorusuna karşılık ise, Peygamberimiz, namazların teşehhüdlerinde okumakta olduğumuz 'Allahümme salli, Allahümme bârik' duâlarını öğretmiştir. (Buhârî, Tefsir 33:10; Tirmizî, Tefsir 33:23.)” örnek verilebilir. Fakat asıl soru, bu ayet ve hadislerde istenen, insanın yüzlerce, binlerce salavat okuması mıdır?



Geçmişimizden gelen tasavvuf geleneğindeki büyüklerimizin öğrettiği bir takım salavatlar vardır ve onları belirli sayıda okumak tavsiye edilmiştir. Pekiyi, içinde yaşadığımız zaman dilimi ve hayat şartları açısından böyle okumalar maksud mudur, gerçekten? Bunu bir kaç örnek ışığında düşünelim.

Bebeğiniz oldu; büyüdü; ve ilk defa anne veya ilk defa baba dediğinde ne kadar sevinirsiniz. Takip eden aylarda, “anne, anne, anne…” diye diye ortalıkta dolansa yine garipsemezsiniz, hatta hoşunuza gider. Peki bebeğiniz, yaşı ilerlemesine rağmen hala, “anne, anne, anne …” diyerek dolaşıyorsa? Rahatsız olmaz mısınız? Ve hatta kaygılanmaz mısınız?

“Benim annem, güzel annem” diyen bir okul çocuğu, herkesin hoşuna gider. Peki bu çocuk, gerçeklikten yoksun bir şekilde her gün 100 defa “Benim annem, güzel annem” diyorsa, acaba gerçekten annesine duyduğu sevgi mi anlaşılır, yoksa bir hastalığı olduğu mu düşünülür? Memnuniyet verici mi olur rahatsızlık verici mi olur?

Aynı şekilde, iman yolculuğunun başında olan (yaşlı-genç fark etmez) birisi için, lafızdan ibaret de olsa salavat okuması, makbul olabilir. Ancak iman yolculuğunun başını çok gerilerde bırakmış birisinin sadece lafızla yetinmesi, rahatsızlık ve kaygı vericidir. Hele ki bunu yüzlerce-binlerce defa yapıyorsa!

O zaman n’apacağız? Öncelikle, n’apacağız sorusuna bulunacak cevap, dille söylenen salavatı terk ettirmek için değil, ona ruh kazandırmak içindir. Neticede lafızla salavat getirmek, bizzat hadislerde de tavsiye edilmiştir. Bu noktayı teslim ettikten sonra, düşünelim. Eğer maksat Efendimiz SAV’in mutlu olmasıysa, eğer o hayatta olsaydı, onu ne mutlu ederdi? Ümmeti hakkında o kadar dertli bir peygamberi en çok mutlu edecek şeylerden biri onun ümmetinin ihtiyaçlarına kulak verip, ümmetinin dertlerine derman aramaktır. Zaten kendisi de “Müslüman'ın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyurmuştur.

Daha özelde düşünmek gerekirse, şu anda hayatta olsaydı ve seninle birebir muhatap olsaydı, hangi işleri yapman onu daha memnun ederdi? Mesela mesleğini güzelce yapman, kazancına haram karıştırmaman, dini eğip bükmeden ve aşırılığa götürmeden yaşaman… Kısaca Allah’ın helallerine haramlarına dikkat etmen, peygamberinin sünnetine uygun yaşaman, dinin ruhuna aykırı işlere bulaşmaman. Eğer bunlar yoksa, dilin binlerce defa salavat söylese de, böyle bir tutumun sana veya Peygamber’e ne getireceği tartışmalıdır.