Monday, June 12, 2017

Yorumsuz


Her varlık için bir ömür tayin edilmiştir. Eceli geldiği zaman da artık iş bitmiştir. Yaptığı iyilikler ve kötülüklerle tarih sahnesinden silinir. Arkasından bıraktığı hoş sadalar varsa, hakkında sadaka-i cariye olarak faydası olur inşaallah. Ama eğer arkasından bıraktıkları mazlumların ahları, gaflete düşürülmüş insanların isyanları ise, bunlar da o canlı için sürekli günah kaynağı olacaktır. Çünkü her iki durumda da "sebep olan yapan gibidir" prensibi geçerlidir.

Müteferrik Tefekkür başlığıyla çıktığım seyahât, 7 Mart 2016'da başladı. Bugüne kadar, bu yazı dahil 75 paylaşım yaptım. Bu paylaşımların hepsini, güncel konulardan uzak, tefekkür eksenli ve imana hizmet güdümlü yazmaya çalıştım. Allah kabul etsin.

Ne var ki ben bir insanım. Düşünen, düşündüklerini paylaşan ve paylaşmanın neticesi olarak tefekkür arkadaşlıkları uman... İşte bu son nokta, çıktığım seyahatte olmadı. Bugüne kadar yazdıklarım neticesinde sadece 1 (yazıyla: bir) yorum geldi. Böyle olunca da, kendi iman ve tefekkür dünyam itibariyle yalnızlığa hapsedilmiş oldum. 

Şu an yazdığım bu kısa not, artık farklı bir seyahate çıkacağıma dair kısa bir veda notu. Rabb'imden ümidim, bana hayırhah olacak insanlarla beni buluşturması. Steve Jobs'un Stanford Üniversitesi mezuniyet töreni konuşmasında aktardığı sözden mülhem olarak diyorum ki, "I am hungry and I am foolish". İlim ve hikmete aç bir kalp ve akılla yeni bir serüvene çıkıyorum. 
"Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir." (Şuara 62)




Friday, June 9, 2017

LGBT Ekseninde Düşünceler - 2


Bu konuda yapmaya başladığım incelemenin 4 basamağı olacak. Bir fikir haritası oluşturması açısından ana yapıyı burada vermek istiyorum. Birinci bölümde, meselenin biyolojik boyutlarına kısaca bakmış ve insanlardaki cinsel yönelimin salt bir iradî yönelim olmayabileceğini anlatmıştım. Şimdi, ikinci bölümde, konunun temel insan hakları ve etik yönlerine bakacağım. Daha sonraki bölümlerde de, inşaallah, konuyla ilgili ayetlere ve hadislere geçmeyi planlıyorum.


Hemen itiraf edeyim ki aslında şahsen benim de yakın zamana kadar derinlemesine baktığım bir konu değildi LGBT konusu. Bundan dolayı da, aynen bir araştırma projesi gibi, var olan bilgi ve yorumları taramam, daha sonra bunları kritik düşünceden geçirmem, kendim yeni sentezlere ulaşmaya çalışmam ve bu ulaştıklarımın ayet ve hadislerle bağdaşıp bağdaşmadığını kontrol etmem gerekiyor. Bütün bunlar da zaman alıyor.

Temel insan hakları konusundan başlarsak, her bir bireyin düşünce ve ifade hürriyeti, gerek Kuran'da gerekse sünnette garanti altına alınmıştır. Bu konuda zamanla ortaya çıkan geçmişte ve günümüzdeki kısıtlayıcı uygulamaların dinin esasıyla ilgisi yoktur. İsterseniz, İslam'ın altın çağı diye adlandırılan devirlerde alimler arasında yapılan felsefik tartışmalara ve o tartışmalarda adı geçen meşhur alimlere bakabilir ve meseleyi kendiniz de görebilirsiniz, veya daha çağdaş meselelerle ilgili olarak bu yazıyı okuyabilirsiniz: Karikatür Krizleri Hakkında,

Temel hak ve hürriyetlerden olarak din ve vicdan hürriyeti de tarih içerisinde, günümüz dahil, çoğu kez ihlal edilmiştir. Ki işin enteresanı, bu ihlali yapanlar, kimi zaman hürriyet adına kimi zaman da din adına hareket ettiklerini ifade etmişler ve etraflarına insan toplamayı başarmışlardır. Ne var ki toplanan insan sayısı, haklılık demek değildir. Aksine, bir insanın etrafında toplanan insan sayısı, kendi yaptığı haksızlık veya uydurduğu yalanları görmemesi için bire bir ilaçtır!


İşte tam da bu nedenden dolayı, yani karşı tarafın kalabalıklığından dolayı, LGBT grubuna giren bireyler, temel hak ve hürriyetlerini savunamamaktalar. Bu cümleyi söyleyince, kafalarda uyanan tepkisel imajları şu şekilde karikatürize etmek mümkün: "hastalığını herkese ve her yere saçmaya çalışan bir virüsün temel hak ve hürriyetleri olabilir mi?" Yani o kişiler, birer insan olarak değil, bizatihi bir hastalık, bir bela olarak görülmekte ve onlardan kurtulunması yönünde de tepki doğmakta. Böyle bir tepkiyi anlamak mümkün ama, gerçekten doğru bir tepki mi, düşünmek gerek.

Toplum içerisinde, cinsel yönelim faktörünü bir kenara koyarsak, önyargıların ötesinde reel olaylara binaen kendilerine tepki duyulanlar kimlerdir? Katiller, hırsızlar, yalancılar, insanları birbirlerine düşürenler, şiddete başvuranlar, ırz düşmanları, vs. Şimdi bunların hiçbirini yapmamış olan, iyi bir vatandaş, iyi bir birey olan ve ama cinsel yönelimi normların dışında olan bir insanı düşünelim. Bu kişinin suçu nedir? Kime nasıl zarar vermiştir? Dolayısıyla hangi somut gerekçeyle bu insanın temel hak ve hürriyetleri kısıtlanmaktadır? Hatırlayın: Temel hak ve hürriyetler kazanılmaz! Onlar, doğumla birlikte otomatik olarak gelir. Başka bir insana, "var olmakla günah işliyorsun" hissini empoze etmenin dinle vicdanla bağdaşan nasıl bir tarafı olabilir? Hangi hakla, bir insan, "Allah'a inanmaya hakkın yok" manasına gelecek baskılara maruz bırakılabilir?


Yeri geldiği için şimdilik kısaca değineceğim bir mesele, LGBT konusuna dayanak gösterilen ayetler. Biraz rasyonel ve objektif akılla, ve tabi ki Kuran'ı anlamanın ilk şartı olan insanî bir vicdanla, bakılırsa görülür ki Lut kavminde ayyuka çıkan ve onları helake götüren husus, gerek kendi toplumlarındaki bireyleri gerekse onlarla etkileşime giren dışarıdan kişileri cinsel istismara maruz bırakmalarıdır. Yani cinsel tacizin toplum olarak sistematik işlenmesi! Temel hak ve hürriyetlerin ihlali, cinsel açıdan normlara uygun (heterosexüel) olsun olmasın, kim tarafından yapılırsa yapılsın cezayı müstahaktır. Fakat cinsel taciz ile cinsel yönelim, aynı şeyler değildir. Bu konu daha detaylı olarak bir sonraki bölümde işlenecek.

Temel hak ve hürriyetler gibi objektif olmayan ve bir derece subjektiflik içeren bir başka mesele de etik (ahlak). Seçtiğiniz değer yargı sistemine göre, kimi tavır ve uygulamaları ahlakî veya gayri ahlakî olarak nitelendirirsiniz. Burada genellikle din ve kültür devreye girer. Ve ne yazık ki kültürden kaynaklanan kimi değer yargıları, dinden geliyormuş gibi de algılanabilmekte, insanların hoşuna gitmeyen şeyler "haram-günah" olarak isimlendirilebilmekte. Bu ölümcül akıntıya karşı irade koymazsanız, gereksiz hassasiyetler sergileyebilir ve hem kendinize hem de karşınızdaki kişiye haksızlık yapabilirsiniz.


LBGT mevzuunda gelişen değer yargılarında da dine veya kültüre dayananlar vardır. Fakat bunların ayırt edilmesi gerekir. Bu bağlamda, LGBT hususunda dayanak gösterilen bazı hadisler de, benzer bir anlam kaymasına maruz kalmıştır. Yani, "gayri ahlaki tutumlarını ortalıkta sergilemek" olarak anlaşılabilecek ve her tür cinsel yönelimden insana genişletilebilecek bir ahlak kuralı, kayıtsız şartsız LGBT düşmanlığı şekline indirgenmiştir. Bugün bile, özellikle dindar çevrelerden tepki çeken manzaralar, sadece LGBT değil, herhangi kişilerin özel hayatlarına ait durumları içerir. Yine de şuurlu ya da şuursuz olarak LGBT konusu ile genel ahlak dışı tasvirler beraber sunulmaktadır. Ama gelenek dışı cinsel yönelimi olan bu insanların kimisini başarılı bir bilim insanı veya kendini topluma adamış bir gönüllü olarak gösteren haber veya resimlere çok rastlamazsınız. Ya da o tarzda haberler, insanların nefretini beslemediği için onların zihinlerine tatlı gelmez; ne de olsa o tarz haberler zaten uydurmadır! Bu durum, LGBT yöneliminde olup ideal işlere imza atan kişiler gerçekte olmadığından değil, ilgili kişilere yönelik bir algı kıtlığındandır. Kim olursa olsun, herhangi bir bireyi sadece cinsel yönüyle etiketlemek, onu tek bir tanıma indirgemek, hem o kişiye karşı bir zulümdür hem de onu Yaratan'a saygısızlıktır.

İnsanların teke indirgemeci ve tepkisel yönelimlerine bir örnek, ki konumuza da uyarlanabilecek bir hadise, zeka tanımının tarihsel gelişimidir. Geleneksel olarak zeki insanlar, matematik ve fizikten iyi anlayanlar olarak tanımlanırdı. Bundan dolayı matematikten başarısız olanlar, çoğu kere geri zekalı damgası yemişler ve eğitimden soğumuşlardır. Özellikle Türk kültüründe, Batı'nın bilim ve teknolojiden güç alarak bir üstünlük sağlaması, aynı olgunun daha da kemikleşmesine neden olmuştur. Ancak yakın zamanlarda, zekanın farklı kategorileri olabileceği düşünülmüş ve şimdilerde buzlar yeni yeni erimektedir. Geçen yüzyıllar boyu heder olan zihinler ve ruhlar... Düşünmesi bile acı verici. Aynı kıt yaklaşım, cinsel  yönelimlerde de söz konusu olamaz mı?



Geleneksel olarak "tek bir erkek ve tek bir kadın" olarak kemikleşmiş yargılar, terbiye edilmediği için dün olduğu gibi bugün de insanların birbirlerine zulmetmesine neden olmakta. Halbuki, "cinsel zeka" gibi bir kavram etrafında, bugün tartışma konusu olan pek çok konu tatlıya bağlanabilir. Bugünlerde giderek artan sayıda kişinin LGBT yelpazesine girmesi, geleneksel olarak kabul görmese de, insanlığın biyolojik bir gerçeği olarak, diğer bir ifadesiyle farklı bir cinsel zeka dışavurumu olarak, kabul edilebilir. Aynı şekilde, geçmişte gerek Batı gerekse Doğu toplumlarında normal olan ve bugün de her iki toplumda farklı formatlarda devam eden çok eşlilik hususu, genel kabul görmese de, insanlığın biyolojik bir parçası olarak, farklı bir cinsel zeka dışavurumu olarak görülebilir. 

Bunlarla beraber, elbette ki cinsel zeka/yönelim kavramının temel hak ve hürriyetler kapsamında kabul edilmesine ek olarak etik değerler ve karşılıklı sorumluluklar çerçevesinde sınırlandırılması da gerekir. Yoksa, demokrasiyi, "her kafadan bir ses çıkmasından kaynaklanan anarşi" olarak tanımlayanların ve özgürlüğü sorumsuzluk olarak algılayanların durumuna düşülür ve çözümsüzlüğe demir atılmış olunur.










Friday, June 2, 2017

Kalbin Mühürlenmesine Nörofizyolojik Bir Bakış


Bir insanın hayatında başına gelebilecek en büyük musibet, herhalde, kalbinin mühürlenmesi olsa gerektir. Böyle bir durumda, insan kendisine gerek enfüsten gerek afaktan gelen ayetlerin, işaretlerin hiç birini anlamayacak ve bodozlama cehenneme yuvarlanan bir taşa dönüşecektir. Allah'ın ekstradan bir yardımıyla, yol göstermesiyle bu durum değişirse, ne âlâ... Fakat normal şartlarda böyle bir kişi, "Nuh diyor, peygamber demiyor" konumundaki zavallıdır. Peki bu musibetin insanın başına gelmesi, iradeden bağımsız bir hal midir yoksa iradeden kaynaklanan bir sonuç mudur?


Bu konuda Kuran'da geçen ayetlere bakıldığında, "mühürleme" şeklinde Türkçe'ye çevrilmiş birden fazla kelimeye rastlarız. O yüzden bu konunun, bir Arapça uzmanıyla beraber değerlendirilmesinde fayda var. Yine de, ana hatlarıyla konuyu anlamaya çalışalım ve aşağıdaki ayetlere bakalım:

"Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. " (Bakara 7)
Yukarıdaki ayet, mühürleme işlemini kimin yaptığı hususunu öne çıkarırken, aşağıdaki iki ayet ise mühürlenme işlemine giden yolu izah ediyor:
"Bu, onların misaklarını nakzetmeleri (bozmaları) ve Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve onların “kalplerimiz örtülü” sözleri sebebiyledir. Hayır (tam aksi), Allah, küfürlerinden dolayı onların (kalplerinin) üzerini mühürledi, böylece onların pek azı hariç îmân etmezler (edemezler)." (Nisa 155)
"Hayır, bilâkis kazanmış oldukları şeyler, onların kalplerinin üzerini kapladı (kalplerini kararttı)." (Mutaffifin 14)



Bu ayetlerden çıkarılabilecek bir kaç sonuç:
  1.  Kalbin mühürlenmesine giden yol, insan iradesine bakıyor, her ne kadar "ermişlerin" kalplerini mühürleme işi Allah'a ait olsa da.
  2. Kalbin mühürlenmesinin dereceleri var ve belirli bir seviyedekiler, kalplerinin mühürlü olduğunu söyleyip bunu da ciddiye almama lâkaytlığında olabiliyor. 
Kalbin mühürlenmesi kapsamında incelenebilecek bir hadis de şöyle:
"Her günah ile kalpte bir siyah nokta meydana gelir."(İbn-i Mace, Zühd, 37/4385)
Demek ki insanların günahları, yani iradeleri, kalplerinin mühürlenmesine giden yolda ön planda. 

İnsanların ne tür günahlar işlediklerinin detaylarına girmeye gerek yok. Herkes, kendi günahlarını düşünebilir. Bu noktada isteyen istediği kadar hassas davranabilir çünkü, çok iyi iş becerdiğini zannedenlerin de aslında kaybedenin önde gideni olma ihtimali olduğu bize bildiriliyor:
"De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?” "Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar."" (Kehf 103-104)

Acaba böyle bir aldanmışlığın arkasında kalplerin mühürlenmiş olması olabilir mi? Muhtemelen birden fazla neden olabilir ama kalplerin mühürlenmesi de onlardan biri olsa gerek.

Her halükarda, insanoğlunun günahtan tevbe etmesi, kurtuluş reçetesi olduğuna göre, gerçek tevbe nasıl yapılacak? Kalbin mühürlenmesinden korunmanın yolu var mı? Mühürün açılması için yapılabilecekler var mı?

Bu soruya cevap ararken, öncelikle kalbin ne olduğunu iyi anlamak gerek:
"Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık.) Kalbleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır." (Araf 179)
Ayette, kalbin düşünce ve anlama merkezi olduğuna işaret olduğuna göre, bizim anladığımız şekliyle kan pompalayan organımız olmasa gerektir. Aynı şekilde, her ne kadar bizler günlük hayatta aklî, duygusal, vs. diye karakter ayrımı yapsak da hepsi beyinde kodlanıyor. Demek ki daha ziyade, anlama, düşünme ve davranış merkezi olan beynimiz bu noktada öne çıkmaktadır.

O zaman, organ olarak kalp kastedilmediği halde neden isimlendirme olarak "kalp" kelimesi seçilmiş olabilir? Doğrusunu Allah bilir, insanın düşüncelerinin ve güdümlerinin değişkenliğine ve ama bununla beraber manevi dünyasının merkezinin de yine beyinle bağlantılı olmasına vurgu yapmak için olabilir.

Detaylarda kaybolmadan konumuza dönelim. Demek ki mühürlenme işlemi fizyolojik olarak beyinde gerçekleşiyor. Bu durum, nörofizyolojik olarak nasıl oluyor, pekiyi?


Son zamanlarda, görüntüleme teknolojilerindeki ilerlemelerle beyinde neler olup bittiği çok daha detaylı ve ve doğru bir şekilde biliniyor bugün. Örneğin biliyoruz ki beyin statik bir organ değil. Sürekli kendini değiştirmeye açık, kendini yenileme potansiyeli olan bir sistem. Yeni tecrübe ve bilgiler geldikçe, beyin kendinde üç farklı kategoride değişiklikler yaparak bunları "öğrenir". Bilgi dediğimiz zaman illa okuyup/dinlenip öğrenilen bilgi olmak zorunda değil. Mesela akrobasi çalışıp veya bir sanatı çalışıp öğrenmeniz sürecinde, yine beyinde reel değişiklikler oluyor.

Daha basite indirgemek gerekirse, bir bilgisayarı düşünelim. Hafızasına programlar veya başka dosyalar yüklenmesi, bu bilgisayarda bir değişiklik yapmaz. Fakat, öyle bir bilgisayar düşünün ki onun hafızasına bir bilgi yüklediğinizde, bilgisayarın teknolojisi ilerliyor veya geriliyor. İşte beyin, öyle bir organ. Şimdi, beyindeki bu değişikliklere bakalım:

  1. Kimyasal değişiklikler: Enzim veya hormonların salgılanması şeklinde, geçici hisler, kısa süreli hafıza.
  2. Yapısal değişiklikler: Hücreler arası yeni bağlar oluşturulması, bağların kuvvetlendirilmesi veya zayıflatılması şeklinde, kalıcı hafıza, gerçek öğrenme.
  3. Fonksiyonel değişiklikler: Beyinde, belirli bölgeler belirli fonksiyonlara atanmıştır. Ne var ki bu atamalar, keskin sınırlar şeklinde değildir. Bundan dolayı, mesela, bazen bir koku, sizi geçmişe götürür. Yine, eş zamanlı tetiklenen hücreler, eğer bu eş zamanlılık devam ederse, aralarında bağ geliştirirler ve fonksiyonel olarak da yardımlaşmaya başlarlar. Böyle olunca da, mesela, yürümek düşünmekle eşleşebilir, namaz kılmak dağların tepesinden enginlere bakmakla eşleşebilir, vb. Fakat negatif açıdan da, mesela, insanlara acı verdiğinde pişman olmak, acımak yerine, "hak etmişlerdi" gibi gurur-kibir merkezli bir odaklanma söz konusu olabilir ve başkalarının acısını algılama, kendi kusurlarını görme yetenekleri tamamen kaybolabilir.


Bu kısa açıklamalardan sonra, mühürlenmenin hangi basamağa tekabül ettiğini öngörmek zor olmasa gerek. Son basamakta, yani fonksiyonel değişim basamağında, insanın kendisine gelen bütün aydınlatıcı işaretleri anlama fonksiyonunu bozmuş olması nedeniyle, algılama imkanı da kalmıyor. Yani anteni olmayan bir radyo, radyo dalgaları içinde yüzse bile sadece bir hışırtı çıkaracaktır.
"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler." (Yusuf 105)
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu? İşte kâfirlere, işlemekte oldukları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir." (Enam 122)
Bu noktaya gelmiş kişilerin kendi yanlışlarını görme imkanları olmadığı için onların bir çıkış yolu, dışarıdan bir gözlemciye kulak vermek ve "ben, sadece davranışsal olarak değil biyolojik olarak da hastayım" diyebilmek ve bunlara göre psikolojik-psikiyatrik tedaviler almaktır. Ama böyle bir kendine dönüş mümkün müdür? Çok zor olsa da prensip olarak, çıkmamış candan umut kesilmez. Aslında hem iyi hem de kötü yönde örneği, tarihte görebiliriz.

Kötü sona örnek, Nuh AS'ın kavmi. Yani kalpleri mühürlenip geri de dönememiş olanlar. Daha detaylı okumak isteyenler, Nuh Suresi'nin tamamına bakabilirler, veya Kuran'da Hud Suresi gibi aynı konuya değinen farklı yerleri okuyabilirler.
(Hz. Nuh, Rabbine) şöyle dedi: “Rabbim, Muhakkak ki ben kavmimi gece ve gündüz (ruhlarını Sana ulaştırmayı dilemeye) davet ettim.” Fakat benim davetim, (benden) kaçışlarından (uzaklaşmalarından) başka bir şeyi artırmadı. Ve muhakkak ki benim onları, Senin mağfiret etmen için her davet edişimde, (duymamak için) parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve (görmemek için) elbiselerine büründüler ve (bu davranışlarında) ısrar ettiler ve kibirlenerek büyüklük tasladılar. Sonra muhakkak ki ben onları cehren (açıkça) davet ettim. Daha sonra da muhakkak ki ben onlara alenî olarak ilân ettim ve onlara sır olarak (tek tek çağırarak) gizli gizli de bildirdim. (Nuh 5-9)
Aynı konuyu anlatan aşağıdaki ayetin en sonuna dikkat edin. Hz Nuh, kendi kavminin kalplerinin mühürlü hale geldiğini nasıl veciz bir şekilde anlatıyor:
(Nuh A.S): “Rabbim, muhakkak ki onlar bana asi oldular (isyan ettiler). Ve malı ve evlâdı kendisine hüsrandan başka bir şeyi artırmayan kimselere tâbî oldular.” dedi. Ve büyük hileler kurdular. Ve (birbirlerine) şöyle dediler: “Sakın kendi ilâhlarınızı (putlarınızı) bırakmayın. Ve Vedd’i, Suvâa’yı, Yagûs’u ve Yaûka’yı ve Nesra’yi sakın terk etmeyin.” Ve (böylece) pekçoğunu dalâlette bırakmış oldular. Ve (Nuh A.S): “Zalimlerin, dalâletten başka bir şeyini artırma (zalimlerin, sapıklıklarını artır).” Onlar hatalarından (büyük günahlarından) dolayı boğuldular. Sonra ateşe sokuldular. Artık kendileri için, Allah’tan başka bir yardımcı bulamadılar. Ve Hz. Nuh: “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dolaşan bir kimse bırakma.” dedi. Muhakkak ki eğer Sen, onları (yeryüzünde) bırakırsan, Senin kullarını dalâlete düşürürler ve facir kâfirden başka (evlât) doğurmazlar. (Nuh 21)
İyi sona örnek ise İsrailoğulları. Firavun'un sultasından ve zulmünden mucizelerle kurtarılmalarına rağmen, hala purperestliğe devam etmek istemişler ve adeta Allah'ı ve Hz Musa'yı kendi hizmetçileriymiş gibi kullanmak istemişlerdi. Bütün bunlar, onların beyinlerinin nasıl da körleştiğini, kalplerinin mühürlenme noktasına geldiğini gösteriyor. Ne var ki ilâhî bir ameliyatla, bu hasta ruhlara müdahale ediliyor ve Tih Çölü'nde 40 yıl zorunlu ikamet cezası veriliyor kendilerine. Bu süreç sayesinde ise, Hz Davud ve Hz Süleyman zamanlarındaki parlak nesillere yol açılmış oluyor:
Ve andolsun ki Biz, Musa (A.S)’a vahyettik ki: “Kullarımla gece (yola) çıkıp yürü! Sonra da (asanla) vurarak onlar için kuru bir yol aç! (Firavunun size) yetişmesinden korkma ve (suda boğulmaktan da) endişe etme!” Böylece firavun ordusuyla onları takip etti. Bunun üzerine deniz, onların üzerine öyle bir kapanışla kapandı ki, onları (tamamen) örterek kapladı (onları suda boğdu). (Taha 77-78)
(Allahû Tealâ): “Muhakkak ki Biz, böylece senin kavmini, senden sonra imtihan etmiştik. Ve Samiri, onları dalâlete düşürdü.” dedi. Bunun üzerine Musa (A.S), esefle (üzülerek) gadapla (öfkeyle) kavmine döndü. “Ey kavmim! Rabbiniz size, güzel bir vaadle vaadetmedi mi? Buna rağmen ahd süresi size uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizin gazabının üzerinize inmesini mi istediniz? Bu sebeple mi vaadimi (sizden aldığım vaadi) yerine getirmediniz?” dedi. “Sana vaadettiğimizden kendi isteğimizle dönmedik. Ve lâkin bize, o kavmin ziynetleri (altın süs eşyaları) yüklenmişti. Bu yüzden onları (eritmek üzere ateşe) attık. Sonra Samiri de attı.” dediler. Böylece onlar için (ortaya) böğüren bir buzağı heykeli çıkardı. Ve onlara (Samiri ve taraftarları): “Bu, sizin ilâhınız ve Musa’nın da ilâhı, fakat o unuttu.” dediler. (Taha 85-88)
Allah (cc.) buyurdu ki; “Artık muhakkak ki orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır (yasaklanmıştır). Onlar yeryüzünde şaşkın dolaşacaklar. Sen artık fâsık kavim için üzülme!” (Maide 26)
Mühürlenme noktasında olmasa da ikinci basamaktaki gibi yanlışlığa demir atmış kimseler ise oturaklı ve dürüst bir muhasebe ile kendi yanlışlarını görebilirler. Ama hafızalarındaki kalıcı öğrenme, hissi çıkışlarla giderilemez. Geçici pişmanlıklarla "artık eskisi gibi değilim" demeleri, kendilerini aldatmak olur. Bunun yerine, rahatlarını, alışkanlıklarını bozmaları, geri dönmelerini engelleyecek kalıcı yatırımlar ve hayat tarzı değişiklikleri yapmaları gerekir.

Sadece birinci seviyedeki kişiler ise, inşaallah henüz bozulmamış olan vicdanlarının sesini dinleyerek, yolun başındayken geri dönebilir ve tevbe edebilirler.


Bunlardan sonra, Araf 179'un başında geçen ve dikkatinizi çekmiş olabilecek bir kısma geri dönelim: "Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık.)" Pek çok meal, zerae kelimesini yarattık olarak çevirmekte. Bir ikisi de, parantez içinde hazırladık kelimesini eklemekte. Bir ikisi de yarattık kelimesi yerine ayırdık olarak çevirmekte. Eğer, aklımızda ilk algılandığı şekliyle düşünürsek, ayetin bu kısmından garip manalar ortaya çıkıyor. Ne var ki, Türkçe'deki "Allah'ın yaratan olması" manasına kullanılabilecek Arapça kelimeler birden fazla ve her birinin nüansı var: halık, fatır, bari'. Bunlar yerine zera'e kelimesi seçilmesinin bir hikmeti olması lazım.

Allah bilir, buraya kadar konuşulanlar ışığında, bir yorum şu olsa gerektir: insanlar ve cinler, kendilerini cehenneme sürükleyecek fizyolojik altyapıya sahip yaratılmışlardır. Ben merkezlilik, bencillik, kibir, tembellik, zevk düşkünlüğü, rahat sevdası gibi çukurlar, bu altyapının aktifleşmesine ve kötü sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilir.
"Muhakkak ki Biz insanı, (varlığın mükemmel modeli olarak) en güzel şekil ve en mükemmel kıvamda yarattık; Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük. Ancak iman edip, imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlar müstesna; onlar için kesintisiz ve hesapsız bir mükâfat vardır." (Tin 4-6)