Tefekkür sizce nafile bir ibadet midir yoksa mutlaka yapılması mı gerekir? Önce kendiniz düşünün, sonra da etrafınızda bir kaç kişiye sorun. Neticede elde edeceğiniz cevaplar şu eksende olacaktır: tefekkür, aslında herkesin yapabileceği ama hususiyetle alimlere has, nafile bir ibadettir. Acaba öyle midir?
“Size sadece tek bir şey vaazediyorum. Allah için ikişer ikişer ve teker teker kalkın. Sonra tefekkür edin.” (Sebe, 46)
“Andolsun ki, Kur'an'ı düşünmek için kolaylaştırdık; fakat düşünen mi var?” (Kamer, 17)
Bu konuyu açmak için farklı bir-iki noktaya daha değinelim. Allah’tan korkmak veya Allah’ı sevmek farz mıdır? “Elbette” diyeceksiniz, ama fıkhi bağlamda bu soruya net bir “evet” diyemezsiniz. Çünkü bir şeyin açıkça farz olması için zaman, mekan, şekil gibi detaylarla net olarak Kuran ve Sünnet’te tanımlanmış olması gerekir; namaz, abdest, hac ibadetlerinde olduğu gibi. O zaman Allah’ı sevmesek veya O’ndan korkmasak da olur mu? Tabi ki de hayır. Demek ki bir şeyin yapılması için ille de farz olması şart değil.
Benzer şekilde tefekkür de farz olamaz, çünkü tefekkür, bahsedilen zaman-mekan-şekil gibi detaylar açısından belirsizlikler içerir. Bununla beraber Kuran’da tefekküre sevk eden ve tefekkür etmeyi bir mümin için olmazsa olmaz seviyesinde vurgulayan pek çok ayetler vardır. Bu ayetlerde geçen kelimelerin tefekkür, tezekkür, tedebbür, taakkul ve daha başka nüansları vardır. Örneğin:
Tezekkür: “Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.” (Bakara, 269)
Tefekkür: “Görmeyenle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?” (Enam, 50)
Tedebbür: “Söyleneni hiç düşünmezler mi? Yoksa onlara, ilk atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?” (Müminun, 68)
Taakkul: “Akıl eden kavim için muhakkak ki bunda, âyetler vardır.” (Rad, 4)
Bunlara ek olarak düşünen, akleden kalp (Araf, 179) gibi enteresan bir kavram ve buna gönderme yapan pek çok ayetler vardır. Dolayısıyla, eğer Kuran’da bir şeyin kaç defa geçtiği, o şeyin farz olmasının ölçüsü olsaydı, tefekkürün diğer ibadetlere nazaran farzlar üstü farz olması mantığa aykırı olmazdı!
Hadislerde bir saati bin yıl nafile ibadete denk olduğu bildirilen tefekkür madem farz değil ve ama onun hakkında gelen ayetlerin pek çok teşvik içeriyor ve yapmayanlar eleştiriliyor, o zaman tefekkür hakkında biraz tefekkür yapmakta fayda olsa gerektir.
Genel kanaate göre tefekkür, gerekli donanıma sahip kişilere, hususiyetle alimlere, has bir iştir. Yani, tabiat ve evrendeki ayetleri baz alan ve pozitif bilimde ve teknolojide ilerlemeyle ilişkili bir ameldir. Fakat Kuran’daki ayetler incelendiğinde, meselenin bu kadar net olmadığı görülecektir. En geniş ifadesiyle, Allah’ın yarattığı herşey üzerinde “akleden bir kalp” ile gözlem ve tespitler yapmak ve bunları uygulamaya geçirmek, tefekküre girer. Buradan yola çıkarak, bilimsel çalışmalara ek olarak sanatsal ve sportif etkinlikler, stratejik analizler, vs. hepsi tefekkür tanımına girebilir. Çünkü bunların hepsi, akleden bir kalp tarafından soluklandığı zaman, Allah’ın izniyle, marifet yolunda enerjiye dönüşecektir. Böyle olunca da, ne tefekkürün alimlere has olduğu iddia edilebilir ne de tefekkürün ekseninin bilimsel bulgulardan ibaret olduğu söylenebilir.
Bu meyanda Ali-İmran suresi 7. ayette gerçek alimlerin sözü olarak şu dile getirilir: “İlimde derinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rabbimiz'in katındandır' derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünür” Yani dolaylı olarak denir ki, “hakikat net olarak şudur, ve ondan başka diğer yorumlar fasittir” diyenlerin ilimde derinliğinden ve vardıkları sonuçların isabetliliğinden şüphe edilebilir. Aynı bağlamda insan aklını hür düşünmeye teşne yaratan Halık-ı Hakîm’in, ona katı düşünme kalıpları emretmesi de hikmete aykırı olurdu. Ayetlerini gece-gündüz, yerde ve gökte sergileyen ve kullarını, onları okumaya sevketmek için beklenmeyen anlarda ilhamlar gönderen Sâni-i Zülcelal’in, o ilhamları intizar edip gece-gündüz gözetlemede duran dimağlar yaratmaması, O’nun sanatına halel getirirdi. Demek ki tefekkür etmemiz istendiğinde şüphe yoktur, ama onun hakkında belirsizlikler vardır, ve bu belirsizlikler de tam olarak tefekkürün ruhunun gereğidir.
Şimdi isterseniz, tefekkürün kimin işi olduğunu düşünelim. Yukarıda aktarılan ve onlara benzer pek çok ayet, iki ana grupta toplanabilir. Birinci grup, kafirlere hitap eden ve onları düşünüp imana gelmeye çağıran ayetlerdir. İkinci grup ise, Allah’ın yaratılmış alemdeki ayetlerini nazara veren ve onlardan ders almaya çağıran ve muhatap kitlesi herkes olan ayetlerdir.
Birinci gruptaki ayetlerin kafirleri muhatap aldığını düşünürsek ve “düşünüp ders almak, müslüman olabilmek için lazım; İslam’a girdikten sonra düşünüp ders almaya gerek kalmıyor” desek pek mantıklı olmaz, heralde! Neticede müslüman olmak, Allah’ın ayetlerine, bir kafirin verdiğinden daha çok değer vermeyi gerektirir.
İkinci grup ayetler ise, en geniş şekli ile, açık bir davetiye şeklinde bizleri tabiatı ve evreni seyretmeye, onlara bakıp hayret, takdir ve beğeni hisleri ile Rabb’imizi tesbih ve tahmid etmeye çağırmaktadır. Bu davete icabet etmek, Allah’a karşı sevginin, saygının gereğidir. Alemlerin Rabb’inin böyle bir tenezzülü karşısında, “ben alim değilim ki” deyip bir köşeye çekilmek pek edebe uygun olmasa gerek!
Bu bağlamda, Risale-i Nur’da akleden farklı kalblerden derlenen tefekkür sahnelerine bakalım[1]:
Meselâ وَالْجِبَالَ اَوْتاَداً (Nebe, 7) yani “Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.
Bir âminin şu kelâmdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.
Bir şairin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire suretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.
Hayme-nîşin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar, pek çok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.
Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-i muhit-i havaîde veya esirîde yüzen bir sefine; ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı “Sen her türlü kusur ve noksandan münezzehsin. Ne yücedir Senin şânın!” Der.
Bir âminin şu kelâmdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.
Bir şairin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire suretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.
Hayme-nîşin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar, pek çok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.
Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-i muhit-i havaîde veya esirîde yüzen bir sefine; ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı “Sen her türlü kusur ve noksandan münezzehsin. Ne yücedir Senin şânın!” Der.
Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hane; ve o hane hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır.
Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sair levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder.
Şu koca dağları şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâma, kemâl-i tazimle hamd ü senâ eder.
Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sair levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder.
Şu koca dağları şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâma, kemâl-i tazimle hamd ü senâ eder.
Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılâbat ve imtizâcâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, “Elhikmetü lillâh” der.
Tefekkürün nerede, nasıl, ne kadar yapılacağı gibi hususlar ise, yukarıda anlatılanlardan çıkarılabileceği gibi tamamen kişiye ve hayat şartlarına göre değişecektir. Burada önemli olan, kişinin, akleden kalbini uyanık tutmasıdır. Böyle bir kalbi olan kul, Allah’ın inayetiyle, nerede ve ne zaman olursa olsun tefekkür rüzgarlarına binip marifet aleminde seyahat edebilir. Bu seyahatler de, kişinin Rabb’i ile irtibatına yansır. Nitekim son peygamber Hz. Muhammed (SAV), bu sürekli tefekkür halinden dolayı, her hal için farklı şekillerde Allah’a münacat ve dua söylemiştir. Bu zikirler, mekanik bir tekrar olmayıp, o şartlar içerisinde akleden kalbin dile yansıyan incileridir. Benzer şekilde Bediüzzaman Hazretleri de, Risale-i Nur yolunun dört esasından biri olarak tefekkürü belirtmiş ve pek çok yerde kendi tefekkür yolculuklarından billurlaşan cevherleri paylaşmıştır.
Sonuç olarak bizlere düşen, Halîk’ımızın bizden tefekkür ibadeti istediğini farketmek ve aklımızın buna ermeye başladığı andan itibaren tefekkürü hayata geçirmeye çalışmaktır. Tefekkürü tefekkür edelim derken sözü oldukça uzattık. Artık, başbaşa yaptığımız tefekkürü, ferdi olarak devam ettirme zamanı geldi sanki!
No comments:
Post a Comment