Sunday, March 20, 2016

Evrim Üzerine Düşünceler - 1

kısa bir izah:

Öncelikle, bu yazı, iman sahibi olup evrim konusunun iman perspektifinde halline dair açıklama isteyenlere yönelik yazıldı. Dolayısıyla, imanı olmayan veya bu konudaki kararını zaten vermiş kişiler muhatap değil.

İkinci olarak, dile getirdiğim konuyla alakalı söylenebilecekler, elbette benim burada söyleyeceklerimden ibaret değil. Sadece, kendi tefekkür bahçemde yetişen meyveleri paylaşıyorum. Başkaları da kendi bahçelerinde yetişenleri paylaşırsa, herkesin faydasına olur.

Konuya başlarken, bir örnekle giriş yapmak istiyorum. Bu örnek, meselenin problem oluşturan yönlerini vurgulamak için, belirli noktalarda kasıtlı olarak yanlış bilgi içermektedir, önceden uyarayım.

Dindar bir insan, güneş sisteminin nasıl oluştuğuyla alakalı bir soruyu, "Allah yarattı" diye cevaplayabileceği gibi, eğer bilimsel açıklamalara da hakimse, "büyük patlama sonrası toz bulutunun kütle çekimi etkisiyle yoğunlaşması..." şeklinde başlayan uzun bir cevabı da rahatlıkla verebilir. Bu iki cevabı verirken, ne dini açıdan ne de bilimsel açıdan hazımsızlık çeker. Genel olarak Allah'ın bir şeyi yaratmasının ani olarak ve aracılar olmadan gerçekleştiğine inanılmasına rağmen, evrenin ve dünyanın basamak basamak, diğer ifadesiyle evrimsel, yaratılış açıklaması, dindar bir insanı rahatsız etmez. Tersine, bu bilgileri tefekkür malzemesi olarak görür.




Güneş sisteminin yaratılışı ve/veya oluşumuna dair bu açıklamayı veren bir kişiye "peki canlılar ve insan nasıl oluştu" diye sorduğunuzda, hazımsızlıklar başgösterebilir. Bunun nedeni, "eğer bir şeyi sebepler açısından açıklarsak ve tek seferde bir yaratılış yerine zamana yayılmış evrimsel bir mantıkla açıklarsak, o şeyi Allah değil de başka sebepler yapmış gibi görünecektir" şeklinde bir düşüncedir. Bu da temelde bir sorun doğuracağı için, canlılar haricindeki konularda bilimsel bilgiyi rahatça kullanan dindar kişi, canlılarla ilgili olarak ikileme düşecektir. Böyle olunca da, dersteki öğretmenine bilimsel cevap verecektir, dini ortamlarda da dini bir cevap verecektir; ama hem aklını hem de kalbini tatmin eden ve  içinde bulunduğu topluluğa göre değiştirmek zorunda kalmayacağı bir görüşe hasret kalacaktır.

Bu noktada, evrim konusuna hiç başlamadan önce, bilimsel bilginin dini olarak nereye oturduğunu görmekte fayda vardır. Çünkü bilimsel bilgi doğru zemine oturursa, zaten sorun kaynağı olmaktan çıkacaktır. Ne demek istediğimi yine aynı örnek üzerinden anlatayım. Farzedelim ki zaman makinesi icad oldu ve geçmişe gidilip görüldü ki insan gerçekten maymundan basamak basamak türemiş. O zaman n'olacak?

Bu durumda, yüzyılı aşkındır din düşmanlığı yapan birileri çıkıp "biz zaten demiştik" diye pişkin pişkin konuşmaya başlayacak, çünkü insanın, bir yaratıcıdan bağımsız olarak, tesadüfen ortaya çıktığı düşünülecek; ve bu durumda da din denen şeye gerek kalmayacak, çünkü insanın, sahibi olmayan bir yaratık olduğu anlaşılmış olacak. Benzer şekilde, diğer canlılar da tamamen bir yaratıcıdan bağımsız olarak kendiliğinden ortaya çıkmış herhangi varlıklar olacaklar. Bu durumda da insan için doğruluğun ölçüsü, akıl ve menfaat ikilisinden birisi olacak.

Peki bu fantastik hikaye, aynen olmasa da benzer şekliyle gerçek hayatta yaşanmış olabilir mi? Evet yaşandı! Hem de 1800'lerin sonları 1900'lerin başlarında. Yani çok uzakta değil, yüzyıl kadar önce. O zamana kadar hakkında bilimsel açıklama olmayan herşey için "Allah yarattı" deyip işin gerisini sorgulamayan insanlar, bilimsel olarak evrenin başlangıcı ve dünyanın oluşumu hakkında gelen açıklamalar karşısında tam da yukarıda anlattığımız durumu yaşadılar. Ateist felsefe ile kaynayan zihinlerin sloganları şu ve benzeri şekilde her yerde dalgalandı: "din, anlaşılamayan ve kontrol edilemeyen ve dolayısıyla da korku nedeni olan şeylere karşı türetilmiş bir olgudur. Bir gün bilimin ilerlemesi ve her şeyin açıklanmasıyla, artık Tanrı'ya gerek kalmayacak."

İçine düşülen bu durumda, insanlık din olgusundan ve Tanrı'dan oldukça uzaklaştı. Bahsedilen devirler, literatürde ateizmin krallık devri olarak ifade buldu. Bu noktada aklı ve kalbi tatmin edebilecek açıklamalar, kendi özelimizde konuşacak olursak, Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur adlı eserlerinde dile getirildi. Dünya genelinde ise hem dini hem de bilimi içerecek oturaklı bir felsefenin oluşturulması çalışmaları hala devam ediyor. Fakat, insan fıtratı boşluk kabul etmeyeceği için, eksik olan bu felsefenin yerini iki şey doldurdu: hazcılık ve ruhaniyatçılık. Gerçi bu ikisini, maddi ve manevi hazcılık olarak tek başlıkta da toplayabilirsiniz. "Düşünmeye gerek yok, keyfine bak", "Ben dindar değilim, ama barışa, huzura inanırım"... Konuyu dağıtmadan geri dönelim.

O zaman bilimsel bilgiyi nereye koyacağız? Bilimsel olarak açıklayınca ve bizim kontrolümüze girince, o şey Tanrı'nın kontrol alanından çıkıyor mu? Bu sorulara cevap aramak için, Said Nursi'nin ortaya koyduğu "tabiat" ve "sebepler" kavramlarından faydalanalım (isteyenler 23. Lema ve 32. Söz  isimli eserlere bakabilir). Öncelikle tabiat nedir, sebepler  nedir?

Tabiat, bir şeyin doğasında olan şey manasına kullanılır ve o şeyin etraftaki diğer koşullardan bağımsız olarak her zaman ve zeminde sahip olduğu özelliklere denir. Mesela bir insanda güzel ses varsa, nerede ve ne zaman olursa olsun, etraftaki koşullardan bağımsız olarak o güzellik onda mevcuttur. Konuştuğunda veya bir şarkı söylediğinde, bu güzellik ondan sudur eder.

Daha teknik bir örnek vermek gerekirse, ışık, foton denen parçacıkların tabiatıdır. Bir yerde foton varsa, orada ışık vardır, foton yoksa ışık yoktur. Bunun nedeni, aydınlığın, fotonun tabiatında olmasındandır. Nerede ne zaman olursa olsun, fotonun varlığı, ışığın varlığını gerektirir.

Sebepler ise, farklı varlıkların bir arada bulunmasıyla ortaya çıkan bir bütünsel olgudur. Mesela, güneş dünyayı ısıtır. "Eğer güneş olmasaydı, ısınamazdık" ifadesi, ısınmamızın sebebi olarak güneşi önermektedir. Fakat, dünya olmasaydı, güneş de dünyayı ısıtamazdı, çünkü olmayan bir şeyi ısıtamazsınız. Dolayısıyla ortaya üç ana bileşen çıkıyor: etkiyi doğuran (sebep), etkinin kendisi ve etkilenen. Buna, kozalite zinciri diyebiliriz. "Güneş doğduğu için gündüz olur" ifadesi, bu zinciri ima eder.

Günlük yaşamdan bir örnek vermek gerekirse, size iş veren kişi, size para verdiği için geçiminizi sağlamanıza sebep olmuş oluyor. "O bana iş verdiği için geçinebiliyorum" ifadesi, bu sebep-sonuç ilişkisini vurgulamaktadır.

Tabiat ve sebepler kavramlarının ne olduğunu kısaca açıkladıktan sonra bir de not düşmek istiyorum. Bu iki kavram, bizim zihinlerimizde oluşturduğumuz, hayatı ve etrafımızı anlamaya, modellemeye ve kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda kullanmaya elverişli olgulardır. Fakat, bu olgular üzerine bina edilen her düşünce veya his, mutlak manada doğru olmak zorunda değildir. Bu konunun detayına girmeyeceğim ama sadece bir iki örnekle açıklamaya çalışacağım.

Örneğin, yukarıdaki güzel ses örneğinde, o güzellik, sahibinin iradesi ve bilgisi dahilinde ona gelmiş değildir. Aksine, aynen masallardaki gibi "bir varmış bir yokmuş" şeklinde, o özelliği kucağında bulmuştur. Hayal gücü kuvvetli bir insan, aynı şekilde, dünyaya gelirken böyle olmayı tercih etmiş değildir; aksine, kendini öyle bulmuştur. Güneş örneğine dönersek, güneşin, aydınlatmama, ısıtmama gibi bir lüksü yoktur, yani bu işleri iradi olarak yapıyor değildir. Dolayısıyla, aydınlandığımız ve ısındığımız için bir sebep aradığımızda gözümüze ilk çarpan güneş olabilir ama bu noktada ona müteşekkir olmamız, mantıklı değildir. Bununla beraber, hayatımızda planlama yapmak ve doğayı kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda kullanmak için, böyle zihinsel paradigmalara ihtiyacımız da vardır. Demek ki tabiat ve sebepler, birer alet, cihaz gibi kullanılması gereken ve işi bitince dolaba kaldırılması gereken olgulardır. Toprak kazmak için kullandığınız kazmayı, tabağınızdaki eti kesmek için kullanmadığınız gibi...

Şimdi, önemli bir soru ile incelememize devam edelim. İnsanın beynini, tabiat ve sebepler gibi paradigmalarla çalışma özelliğinde yaratan kimdir? Bizzat Allah! Yani, insanlar olarak bilimsel çalışmalar yapıp evren nasıl işliyor diye anlamaya çalışmak, bu bağlamda matematiksel denklemlerde ifade bulan kanunlar ortaya koymak ve daha sonra bunları kullanarak teknoloji geliştirmek, bizzat Allah CC'nun bizim için yaratılışta öngördüğü bir yoldur. Yani, bilimsel açıklamalar bulmak için deneme-yanılma, hipotez-tez-antitez gibi çalışmalar yapmak, insanın karakterine bizzat onun Yaratıcısı tarafından konulmuştur. O zaman, öncelikle şu noktaları tespit etmek lazım: 1) bilimsel açıklamaların peşinde koşmak, günah değildir, aksine bir tür ibadettir. Dolayısıyla bu noktada suçluluk psikolojisine girmeye gerek yoktur; 2) aklımızla oluşturduğumuz bu yapılar, eğer Allah ile aramızda bir duvara dönüşüyorsa bunun çözümü bilimsel araştırmayı terketmek veya dışlamak değil, aklımızdaki paradigmaları iman perspektifinde olgunlaştırmaktır.

O zaman evrim özelinde başladığımız ve bilimsel bilginin konumu etrafında devam ettirdiğimiz sorgulamamızda şu an yapmamız gereken, tabiat ve sebepler kavramlarını iman perspektifinde olgunlaştırmaktır. Bu noktada, öncelikle Gazzali tarafından izah edilen ve başka alimlerin de referans verdiği her an yaratılma paradigmasından faydalanacağız.

Bir örnekle başlayalım. Televizyon teknolojilerinde en önemli hususlardan biri, insanın algısındaki sınırlılıktır. Yani, bir saniye içerisinde resim 100 defa değişiyorsa ve resimdeki karakterin konumu sürekli değişiyorsa, bunu biz hareket olarak algılıyoruz. Halbuki, o resimlerdeki karakterlerin hiç biri aslında hareket etmemektedir. O karakterin hareket ettiği olgusunu ekleyen ve haraket algısını oluşturan bizzat bizim beynimizdir. Benzer şekilde, evrende her şey her an, kelimenin gerçek anlamıyla, yaratılmaktadır. İki kimyasalın bir araya geldiğinde reaksiyona girmesi ve neticesinde başka bir maddenin oluşması, görüntü itibariyle sebeplerle açıklanabilir, ama bu açıklama, bizim beynimizin oluşturduğu bir algıdan ibarettir. Sebepler algısı, yaratılma hadisesinin üzerindeki bir perdedir.



Aynı bakış açısını daha önce dile getirdiğimiz evrimle ilgili soru için kullanalım şimdi. "Eğer zaman makinesi icad olunsa ve insanın maymundan evrildiğini görsek", bu durum, yaratılmanın olmadığını göstermez; aksine, yaratılmanın hangi basamaklardan geçtiğini gösterir.

Bilimsel bilginin konumuyla ilgili olarak, her an yaratılma paradigmasına ek olarak, Risale-i Nur'larda dile getirilen bakış açısıyla, dua kavramını da kullanabiliriz. Orijinal kaynaktan okumak isteyenler, 23. Söz (1. Mebhas, 5. nokta) ve 24. Mektup (1. Zeyl) isimli kısımlara bakabilirler. Klasik anlayışla dua, Allah'tan bir şeyi söz ile istemektir. Sözlük manasıyla ise dua, davet demektir. Allah'a yaptığınız davete icabet edilip edilmeyeceğini bilemezsiniz, ama icabet edilmesi ümidiyle isteğinizi belirtirsiniz. Peki, birisi size gizli bir liste verse ve bu liste, Allah'ın mü'min-kafir ayırdetmeden mutlaka aynıyla kabul ettiği duaları içerse, sevinmez misiniz? İşte bilimsel çalışmalarla ortaya çıkan bilgi birikimi, tam da böyle bir listedir. Bir anlamda, mümin-kafir ayrımını bir kenara koyun, canlı-cansız ayrımı bile yapmadan kabul gören duaların incelemesidir, bilim. Teknoloji de, bu duaları, kendi ihtiyaç ve isteklerimiz doğrultusunda söylememizin adıdır. Ama hiç bir şekilde ne bilimin ne de teknolojinin ilerlemesi, Allah'ın kontrol alanının dışına çıktığımız manasına gelir; aksine, O'nunla daha zengin bir dil ile konuşmamız manasına gelir.
"Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?" (Furkan, 77)
Dolayısıyla biyoteknoloji ve genetik alanlarındaki ilerlemeler, doğru bakış açısıyla ele alındığında, insanın Allah'a yakınlaşmasına vesile olabilir.

Madem öyle, bunun gerçekleşmesine engel olan nedir peki?

Saturday, March 12, 2016

The Great Flood of Questions - the case of The Flood (3)

Familiarity and questioning are two antagonists. The more familiar we are with something, the less we question it. Alternatively, the more we feel we understand something the less careful we are about its details. Perhaps, this fact is one of the implications of the following verse from the chapter of Joseph (12/105): And how many Signs in the heavens and the earth do they pass by? Yet they turn (their faces) away from them!

Strangely, Great Flood story turns out to be one instance of such negligence due to a sense of familiarity. The flood story is present throughout the world cultures, and there is a consensus on its major details. However, when we think meticulously about stitching together all of the details of the Great Flood story, we see that the patches that we gather do not seem to match! At least, this is the case when we try to combine them in context of the existing flood scenario in our minds. The following is a continuation of a scrutiny on this matter.

Special greeting
In the Quran, names of many prophets have been given. Sometimes, they have been mentioned with special veneration: Peace on Abraham (Saffat 37/109), Peace on Moses and Aaron (37/120), Peace on Elijah (37/130), Peace on the envoys (37/181). Similar greetings are also mentioned for Jesus (Mary, 15) and the believers with Noah (Hud, 48). However, among these greetings, there is one that stands out of all others: Peace on Noah in all worlds! (Saffat, 79)1.

The Arabic original word for all worlds is alameen. This same word was discussed before about the issue of sign for all worlds2. Here, it appears again in a different context. What makes Noah so special among the rest of the prophets that only he is greeted like this? The answer to this question must also explain why the person who was only sent as mercy for all worlds (i.e. Muhammad pbuh, Anbiya 107) is not greeted in the same format.

Lineage of Noah
In the chapter Family of Imran, we come across with another usage of the word alameen. Verse 33 reads as follows: Indeed, Allah chose Adam and Noah and the family of Abraham and the family of 'Imran over the worlds. Here we learn that Noah, along with the other mentioned people, was one of the select people in humanity. The verse following this one reveals further information about these select people: Offspring, one of the other: And Allah heareth and knoweth all things. However, the translations of the first half of this last verse can be distinctly grouped into two. Both translations are given here:

literal translation3: Descendants, some of them from others.
interpretation: As a single lineage.

At first thought, one can say that both translations are equivalent, since Adam is the father of all humanity and therefore Noah is in his lineage. Furthermore, since Noah is considered as the second father of humanity, everybody else who comes after him is in his lineage. But instead of expressing this meaning directly (as given in the interpretations), Quran says some of them from others. In fact, the Arabic word for “some of them” would be “ba’duhum” (as in 2/253), not “ba’duha”.  With this information, if we come up with a more literal translation of this verse (3/34), it would read: Offspring, some of it from some.

The problem starts with the juxtaposition of a word that implies certainty, descendants/offspring, and a phrase that implies obscurity, some of it from some. If they are one lineage, they are all from Adam in a chronological order; and we are sure of it. This stance would be supported by the current knowledge about the lineages after Abraham. But the next phrase is not so certain: some from some. For example, is Abraham not in the lineage of Adam or Noah? Or, is ‘Imran not in the lineage of Adam or Noah? Why is this obscure expression, as if implying the mix of more than one lineages? Is there another lineage besides that of Adam?

Who are the Baqiin?
In trying to answer this question, there are actually two points that can help us. First, the same word, remaining ones (baqeen), in context of the flood is used in two different places: “And We made his descendants those remaining (baqeen) [on the earth]” (Saffat, 37/77); “Then We drowned thereafter the remaining ones (baqeen).” (Shuara, 26/120). By comparing the two verses, one can see that the first one is referring to the believers with Noah, and the second one is referring to the disbelievers. Here, we are going to concentrate on the second verse about the disbelievers.

In the Arabic original of this verse, the two words referring to the timing of the events are thumma and ba’da. These words have very close meanings at first glance, hence the two adverbs in the translation: then and thereafter. What could be the reason for the repetition of the same meaning twice in such a short sentence? Given that Quran is a literary miracle, this question must have a satisfactory answer.

The word, ba’da, has secondary meanings, such as distance. In fact, in original Arabic writing, the words ba’d and bu’d are both written the same way, and the latter means distance, which is exactly what we need. If we reread the verse with this finding, we not only get rid of the unnecessary repetition of the same meaning (summa/ba’da) but also reach a reasonable understanding for the whole verse: Then We drowned those who are in the distance of the believers. As a support for the preference of this second meaning of the word ba’da, we can tell that whenever in the Quran the first meaning is meant (later, then, after), it is always used as min ba’di4, and only at this point, ba’da is used alone. Therefore, it is justifiable to go for the secondary meaning of this word given that it is in a context that is unlike the remaining 78 instances throughout the Quran.

In this new meaning however, it is implied that the drowning of the disbelievers occurred after a distance was achieved between the believers and the disbelievers. This means that Noah’s Ark must have travelled a considerable distance in a short time before the doom of the unbelievers came. So, we can ask “where is the ark going, who is controlling it (or is it a miraculous guidance), does the ship have an engine2.

If, in order to get rid of these strange questions, we disregard all the discussion here, then we have to find a satisfactory answer to the repetition of two synonyms in a short verse (26/120).

Lifetime of Noah
Noah (pbuh) is told to have lived among his people for 950 years (Ankabut, 29/14): “And We certainly sent Noah to his people, and he remained among them a thousand years minus fifty years, and the flood seized them while they were wrongdoers.” But as seen in this verse, instead of directly saying the number 950, thousand minus fifty is preferred. Also, in the Arabic original of the verse, “alfa sanatin – thousand years” and “khamseena AAama – fifty years” include different words to mean year. The scholars interpret this as “he lived among his people for 950 years with difficulties, and the remaining 50 years were after the flood with prosperity”. In this context, there are two points of interest.

First, we don’t know of any people who had centuries-long lives in the recorded history. If Noah lived for 950 years among his people, this must be the norm among them. But the archeological clues about a flood in the region of the Middle East show an event around 4000-5000 BC in the area that is now Mesopotamia. However, there aren’t findings of a life span of that long, yet!

Second, isn’t it interesting that Noah lives for 950 years up to the time of the flood, and only fifty years after it? And, since Noah is said to be the second father of humanity, in those last fifty years of his life, he is supposed to have offspring. What kind of biology is at work to support this? Is this a miracle like that given to Abraham and Zachariah, or is there an unknown mystery about the flood story yet to be discovered?

Conversation with the Son
The Quran tells us about a conversation between Noah and his son, which takes place after the start of the flood:

“And it sailed with them through waves like mountains, and Noah called to his son who was apart [from them], ‘O my son, come aboard with us and be not with the disbelievers.’ [But] he said, "I will take refuge on a mountain to protect me from the water." [Noah] said, "There is no protector today from the decree of Allah , except for whom He gives mercy." And the waves came between them, and he was among the drowned.” (Hud, 11/42-43)

Reading this, we understand that the ark is already afloat in the water, and the storm is so severe that there are mountain-like waves. In such a situation, even a person who is on the ark could have difficulty in speaking to others who are also on the ark, let alone someone in the water. But we see that Noah is having this talk with his son. This can be understood by the compassion he has for his son. But how come his voice is heard by his son, given that they are separated by a distance and they are in a rain storm? On the other hand, how are we going to justify the cool answer from his son? What kind of a sane person could imagine that they can fight with gigantic waves as big as mountains? Are we going to simply say that he was so arrogant in his disbelief?

Final Word
Only God knows what truly happened during the Great Flood, and we will not know for sure until He is going to reveal it to us. But in any case, it is clear that there are great signs to be discovered hopefully in the future. As has been throughout the life of humanity, when that happens, some will grow in their faith and others will further plummet into layers of darkness. May we all be among the first group.

Notes
1 Saffat (37, 79), and note 8 about the same verse in ibid Unal, pp. 925.
4 All of the instances of the word ba’da in the Quran are referenced here (as best as we could find): (14)Baqara, 2/27,52,64,74,75,87,92,109,145,209,211,213,246,253, (10)Ali-Imran, 3/19,61,65,89,94,105,152,154,160,172, (4)Nisa, 4/11,12,24,115, (3)Maidah, 5/39,41,106, (5)A’raf, 7/69,74,100,129,148, (2)Tawbah, 9/27,113, (3)Yunus, 10/3,21,74, (1)Hud, 11/7, (4)Yusuf, 12/35,48,49,100, (1)Ra’d, 13/25, (4)Nahl, 16/41,92,110,119, (1)Isra, 17/104, (1)Anbiya, 21/105, (1)Hajj, 22/5, (2)Mu’minun, 23/31,42, (4)Nur, 24/5,33,47,58, (2)Shuara, 26/120,227, (1)Qasas, 28/43, (1)Rum, 30/54, (1)Ahzab, 33/53, (2)Fatir, 35/2,41, (1)Yasin, 36/28, (1)Zumar, 39/6, (1)Fussilat, 41/50, (3)Shuraa, 42/16,28,44, (2)Jathiyah, 45/17,23, (1)Ahqaf, 46/30, (1)Muhammad, 47/25, (1)Fath, 48/24, (1)Bayyinah, 98/4.

The Great Flood of Questions - the case of The Flood (2)

Our compassionate and wise Lord has informed us about the stories of the people of the past, including the people of Noah, so that we don’t fall into the same paths that led those people to His wrath. Each of those stories is a timeless lesson for all until the end of time. Among others, though, the story of Noah and his people is held special in the Qur’an:

“Yet We saved him and those who were together with him on the Ark, and We made this a sign for all worlds.(Ankabut 29, 14-15)

Our intention in this article is to continue[1] the scrutiny of some strange elements in the story of the Great Flood. The ultimate aim in this exploration is to show that the story of the Great Flood currently told in various books is not able to satisfactorily explain all of the details provided in the Qur’an and Hadith. In our discussion, we are going to make use of some authentic hadiths narrated from Prophet Muhammad (pbuh) and the exegeses of Qur’an by some famous scholars[2].

Aftermath of the flood
In the aftermath of the flood, Noah was consoled by God before they went out of the ark after the flood:

“He was told: ‘O Noah! Get you down in peace and safety from Us, and with blessings upon you and upon the communities who are with you. Communities – We will provide for them to enjoy themselves for a term and then there will visit them from Us a painful punishment.’” (Hud 11, 48)

Looking at this verse, Razi infers that Noah was worried about how they are going to survive on the land after all that happened. And so, God consoled Noah telling to go out in peace and abundance. But, how come such peace and abundance is found on a place that was totally devastated by the flood?

Also, the mentioning of other communities is of interest. The word umam (communities) is used twice in this verse. The first one in the part about the blessings can be linked to the descendants of the survivors, as some scholars say, since the verse actually says “and upon the communities from who are with you”. But, can the same be said about the second usage in the part about future devastations? Given that this verse is relating a consolation from God to Noah and believers with him, which implies mercy, why should it suddenly talk about the destruction of their descendants, which would invalidate the consolation? Can this second reference to “communities” be about people other than the descendants of the survivors, as claimed by some other scholars?

The survivors
Noah had come to a full conviction, after hundreds of years of presence among the unbelievers, that they are not going to respond to his call and that they are going to raise the new generations in the same misguided way. So he had implored to God for the destruction of all unbelievers on earth (Noah 71, 26). This prayer acted as the trigger for the flood:

“And Noah had implored to Us, to which We had responded most perfectly. We saved both him and his family from that great torment. And We made his progeny the survivors.” (Saffat 37, 75-77)

The grammar of the last verse about the survivors is such that the scholars interpreted it as “Noah’s descendants were the only survivors.” There is a hadith[3] to this end, as well. Thus, Noah is considered as the “second father” of humanity. But if this is the case, then it contradicts with the presence of other communities discussed in the previous section. Also, same answer could mean a global flood, which has several complications as provided in the first part of this article.

Transfer of the Idol Names
One hadith tells that the names of some of the most famous idols among the Arabs at the time were inherited from the people of Noah.

“The idols among the people of Noah were later inherited by the Arabs. So, the idol which was called Vedd was at Devmetu`l-Cendel and was possessed by the Kelb tribe. The idol called Süva` belonged to Hüzeyl. The idol called Yeğüs belonged to Murad tribe, then it passed to Benu Gutayf and was stationed at a place called Curf near Sebe. (...) The names originally belonged to the good people among the people of Noah. When they died, Satan told people: “In their memory, erect symbols at the places where those virtuous people resided, and name those symbols after them.” People heeded this recommendation and did as told. At first, there was no idol worshipping. But after the initial generation passed and the information about those virtuous people disappeared, worshipping those idols came about.”[4]

In fact, when the unbelievers at the time of Noah were trying to evoke a massive reaction against him, they were calling each other to be loyal to these idols, as reported in chapter Noah (71/23) of the Qur’an. In the previous section, we saw that only the descendants of Noah survived the Great Flood. Then, these idol names (Vedd, Yeğüs, etc.) must have been told to the future generations by the believers with Noah. But those believers knew that their people went astray and eventually were devastated due to worshipping these idols. Then, it is at least questionable that if in fact it was the believers with Noah who, after all that happened, told these idol names to the future generations.

If, on the other hand, we assume other people who survived the flood, which can be supported by the discussion in the first section, then it is more likely that people other than Noah’s passed these names to the future generations, which then came into Arabs. And in this case, the threat about some communities mentioned in chapter Hud (11/48) makes sense with the existence of these other people. But how are we going to justify this with Noah’s progeny being the only survivors?

First messenger: Noah?
In a hadith[5] concerning the state of the people on the Judgment Day, we are told that exhausted by the toughness of the day, people go to different messengers of God in order for them to intercede on their behalf. In one of these visits, they come to Noah (pbuh). When they see him, they address him saying “you are the first of the messengers to the people of the earth.” This address, by virtue of being reported in an authentic hadith, bewildered scholars, since Noah is certainly not the first messenger to the people of the earth. So, they tried to interpret it in different ways such as Noah being the first and only messenger in the aftermath of the flood. Although this is one plausible explanation, it requires some stretching in interpreting the actual text of this hadith. Therefore, a satisfactory explanation about “Noah being the first messenger to the people of the earth” is missing.

Meanings of Khalifa
According to the Qur’an, humanity is created as the khalifa on the earth (2/30, 6/165, 27/62, 35/39). The literal meaning of this word is “successor”. However, in the context of humanity, it is translated as vicegerent, giving a hint of dominion.

“When your Lord said to the angels: ‘I am setting on the earth a vicegerent.’”(2/30)
“He it is Who has appointed you vicegerents on the earth …” (6/165)
“… and has made you vicegerents of the earth?” (27/62)
“He it is Who has made you vicegerents on the earth.” (35/39)

A similar usage of khalifa is for the position of Prophet Dawud (38/26):

“O David! We have appointed you a vicegerent in the land; so judge among people with the truth …” (38/26)

Khalifa (or its derived forms) is also used at other places in the Qur’an with the original meaning: successor. This meaning refers to a law of God by which He brings forth a people after another.

“… Remember and be mindful that He has made you successors after Noah’s people and increased you in stature and power …” (7/69)
“And remember and be mindful that He made you successors of the people of ‘Ad and established you securely on the earth …” (7/74)
“Then We made you successors after them on the earth …” (10/14)

Now, let’s look at the usage of khalifa in the Great Flood story given in the Qur’an, and compare it to other usages listed above:

“And yet they denied him, and so We saved him and all who were with him in the Ark, and made them successors, while We caused to drown those who denied Our Revelations and all other signs …” (10/73)

For the verses that refer to succession, in all instances, khalifa is directly and explicitly linked to a previous people. In the case of believers with Noah, this word is used without any connection to a previous people. By mere thinking, we can see that the believers with Noah were successors after the flood; but why is this so obvious fact mentioned in a way unlike all the rest of the utterances of succession?

For the cases where vicegerency (dominion) is meant, the word khalifa is juxtaposed with the word ard, which means earth. The utterance about the believers with Noah, however, does not have this juxtaposition, either.

As a result of our comparative study of the verses that contain the word khalifa and its derivatives, we see that the verse that is directly and solely about Noah and the believers with him relates the word khalifa neither to a previous people nor to the earth. What can be the reason for this unique usage?

Wonder of the world…
In our study of the verses and hadiths about the Great Flood, as explained in this article and in its first part1, we came up with several questions. The most satisfactory scenario for the Great Flood produced by the scholars was the “small humanity – local flood scenario”, which was introduced in the first part. However, as discussed there, even that scenario cannot explain all details of the flood satisfactorily; and the questions raised in this article exacerbates the situation. For the moment, Great Flood story remains as a wonder to be discovered. Nevertheless, its lesson about how God saves and rewards the believers while how he destroys the oppressors is available for every one who wants to heed.



[1] Great Flood of Questions, The Fountain, issue 80, March-April 2011.
[2] The exegeses are the ones by Razi, Taberi, Ibn-i Kesir and Hamdi Yazır
[3] Qutub-i Sitte, Vol. 3, pp. 99 no 763
[4] Qutub-i Sitte, Vol. 3, pp. 227 no 845
[5] Qutub-i Sitte, Vol. 14, no 5092

Monday, March 7, 2016

Dağlar, Gemiler ve Bulutlar

Dağlar, tarih boyunca peygamberlerin, alimlerin, velilerin arkadaşı olmuş ve onları, bir yelkenli gemi ya da sihirli bulut gibi görünenin ötesindeki alemlere taşımıştır. Dağlar, her ne kadar denizlerden yüksekte olsalar da, insanın kalb dünyasındaki sahillerden bir sahildirler; ve bundan dolayı olsa gerek ki yolculuklar oradan başlar… Dağlar, her ne kadar bulutlar gibi yumuşak olmasalar da, ilhamların odaklanmasına vesile bir mercek oldukları için inşirahlar orada yoğunlaşır… Dağları bir liman, bir havaalanı olarak kullanan fikir işçileri de aynı tespitleri zaten bizzat tecrübe ederler[i]. Fakat, böyle tefekkür için vakit ayıramayan modern insanın da dağlarda bulabileceği ikramlar yok mudur?

Cevşen’de Kendisini “her şeyde Kendisine bir delil olan”, “dağlarda hazineleri olan”, “haşyetinden dağların parçalandığı” olarak tarif eden Hâlıkımız, dağlara da bu manada mesajlar yüklemiştir. Bunların bir kısmında dağlar, tekvînî birer ayettir. Üzerlerinde tecelli eden hikmetleri bize sunarlar. Dağlarda gizli diğer bir kısım mesajlar ise dağların tefsir ettikleri Kuran ayetleri şeklindedir. Fakat bunları anlamak, biz kullara bakan yönü itibariyle, biraz Arapça bilgisine, biraz da bilim dünyasındaki bulgulara hâkim olmaya bağlıdır.

Kuran-ı Kerim’de dağlar, farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Bunlar arasında en direk ve en meşhur olanı “cebel” kelimesidir. Fakat bu kelimenin haricinde, dağların özellikleri üzerinden de dağlara referanslar yapılmıştır. Örneğin, Enbiya Suresi 31. ayet, Lokman Suresi 10. Ayet ve Nahl Suresi 15. ayette geçen “revâsiye” kelimesi “ağır baskılar” manasına gelmekle birlikte tefsirlerde ve meallerde “dağlar” olarak yorumlanmıştır.

Onları sarsmasın diye yeryüzünde bir takım dağlar (ağır baskılar) diktik.” Enbiya, 31

sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar (ağır baskılar) koydu” Lokman, 10

Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları (ağır baskılar) … yarattı.” Nahl, 15

Böylece bu ayetlerde özetle, yeryüzünün bizi sarsmaması için, dev kütlelerinden dolayı ağır baskılar olarak tarif edilen dağlarla sabitlendiği dile getirilmiştir. Bu yorum, özellikle bu ayetlerin nazil olduğu devirlerdeki anlayışı ve her halükârda göze çarpan ilk manayı yansıtmaktadır. Pekiyi, modern bulgular bu manayı desteklemekte midir?

Öncelikle modern jeolojiye göre dağlar, dünya yüzeyini sabitleyen dış kuvvetler değillerdir; aksine, dağların kendileri, dünyanın içindeki baskılardan dolayı oluşmuştur. Yani dağlar, ağır baskıları oluşturan neden değil, o baskıların neticesidir, onların bir göstergesidir. Bu meyanda, ayetlerde geçen “ağır baskılar” ifadesi dağların kendileri olamaz ve tekrar yorumlanmaya muhtaçtır.

Dağların oluşumuna yol açan yeraltı etkileşimlerinde, yer çekimi etkisiyle ve magmanın itmesiyle yeraltı katmanlarının birbirlerine baskı yapmaları ön plandadır. Böylece katmanların içinde ve arasında oluşan ağır baskılar, bu katmanların bükülmesine veya kırılmasına ve belirli kısımlarının yükselmesine yol açar. Oluşan yükselme, aslında yer altındaki ağır baskıların rahatlatılmasıdır. Bilimsel ifadesiyle, basıncın azalması, yerkabuğundaki bu şekil değişiklikleri sayesinde sağlanmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında dünyanın, içindeki ağır baskılardan inşirah bulmasının meyvesi, dağlardır. Yukarıda bahsedilen ayetler de zaten sarsıntıyı engelleyici olarak cebel kelimesini değil revasiye kelimesini kullanarak hakikate işaret etmiştir. Biz insanlar ise, bakış açımızdaki derinliğe ve zenginliğe bağlı olarak farklı şekillerde yorumlayabiliyoruz bu ayeti.

“Yeraltındaki ağır baskılar” kavramı, başka ayetleri anlamamıza da yardımcı olabilir aslında. Örneğin Şura Suresi 32. ayette ve Rahman Suresi 24. ayette “a’lâm” kelimesi tefsirlerde ve meallerde “dağlar” olarak çevrilmiştir. Aynı ayetlerde geçen “cevâr” kelimesi de “gemiler” olarak yorumlanmıştır.

Denizlerde yüce dağlar gibi gemilerin yürümesi de O'nun kudretinin delillerindendir.” Şura, 32

Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler de onundur.” Rahman, 24

Bu ayetlerin kabul edilen anlamlarına göre, gemiler dağlara benzetilmektedir. Burada açıklanması gereken birkaç nokta vardır. Neden “dağ” manasına gelen “cebel” yerine “alametler, bayraklar” manasına gelen “a’lâm” kelimesi kullanıladığı halde mealde “dağ” kelimesi tercih edilmiştir? Neden “gemi” manasına gelen “fûlk” veya “sefîne” kelimesi yerine “akanlar” manasına gelen “cevâr” kelimesi kullanıldığı halde mealde “gemi” kelimesi tercih edilmiştir? Benzer manaya gelen “sizin için denizde gemiler yürütüyor (yüzdürüyor/sevkediyor)” (İsra 66) ayetinde, örneğin, açıkça fûlk kelimesi kullanılmasına rağmen burada cevâr kelimesi acaba farklı bir noktaya mı işaret etmektedir? Ve son olarak gemiler dağlara nasıl benzemektedir?

Var olan yorumlara göre, bir bayrak gibi yüksek olması ve bir yeri işaretlemeye yarayacak şekilde belirgin olmasından dolayı dağlara, a’lâm kelimesi ile işaret edilmiştir, ki bu yorum, ayetin nazil olduğu zamandaki anlayışla ve göze çarpan ilk mânâ ile örtüşmektedir. Rahman Suresi’ndeki ayette geçen “münşeâtü – yükseltilmiş” kelimesi de bu manaların altını çizmektedir. Gemilere, “akanlar” manasına gelen cevâr kelimesi ile işaret edilmesi ise, onların denizdeki hareketine benzetme olarak sunulmuştur.

Pekiyi, bu klasik yorumlara ek olarak, modern bulgular doğrultusunda yeni bakış açıları getirilebilir mi? Öncelikle, dağların oluşumuna işaret eden “revâsiye - ağır baskılar” ifadesine yukarıda sunulan yeni yorum ile dağların yükseltilmiş olması manasını vurgulayan “a’lâm” ve “münşeatü” ifadeleri, tam örtüşmektedir. Bu kelimeleri ve “akanlar” manasına gelen “cevâr” kelimesini, yukarıdaki ayetleri anlamak için göz önüne alırsak şöyle bir manaya ulaşılabilir: “ağır baskılarla yükseltilen ve denizin içinde akan dağlar”. Biraz jeoloji bilgisi olanlar için bu ayet, okyanus dibinde magma fışkırmaları neticesinde oluşan denizaltı dağlarını ve onların sürekli hareket halinde olmasını resmetmektedir (Resim 1).


Resim 1. Atlas Okyanusu’nu boylu boyunca kesen yarıklardan çıkan lavlar, sürekli olarak yeni kaya ve dağ oluşumuna neden olmaktadır. Böylece, okyanus dibinde bir sıra dağ dizisi oluşmakta ve Amerika kıtası ile Asya-Afrika kıtaları arası giderek açılmaktadır. Kaynak: sciencedaily.com

Bu açıklamaların ardından gemilerin dağlara benzetilmesinin a’lâm (alametler) kavramı üzerinden yapılmasının hikmetlerini düşünelim. Öncelikle görüntü olarak gemilerin deniz yüzeyinden yükselmesi ve böylece dağların silüetini andırması, ayrıca eski devirlerdeki yelkenli gemilerin yelkenlerinin açılması ile bayrak gibi bir alamete dönüşmeleri akla gelen ilk noktalardır, ki bunlar tefsirlerde mevcuttur. İkinci olarak, yukarıda dile getirilenler ve modern akışkanlar mekaniği bulguları doğrultusunda düşünülürse, dağların oluşumunda ve yükseltilmesinde rol alan ağır baskılar, bilimsel ifadesiyle basınç, gemilerin de denizde batmaması ve pervanelerle ilerlemesinde rol alır. Dolayısıyla gemiler gerçekten dağlara benzemektedir. Gemiler de dağlar da, altlarındaki ağır baskıların alametidir.

Son bir soru ile başka bir ayete geçerek bahsimizi kapatalım. Gemiler dağlara benzediği gibi dağlar da gemilere benzer mi? Buraya kadar anlatılanlar doğrultusunda düşününce bu sorunun cevabı da olumlu oluyor, fakat bunun Kur’an’da ifadesi var mı? Aynıyla olmasa da benzer bir anlatım Neml Suresi 88. ayette bulunmaktadır.

Sen dağları görürsün de, yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler.” Neml, 88

Bu ayette dağların, bulutların geçip gittiği gibi geçtiği vurgulanır. Modern yorumlar, buradan dünyanın dönüşüne bir işaret çıkarır. Bundan farklı olarak şunlar da söylenebilir. Bulutların hareket etmesine yol açan mekanizmalar, yine basınçla ilgilidir. Bulutların hareketi aslında, içinde bulundukları hava kütlesinin hareketini göstermektedir. Havanın kendisi görünmediği için, bulutlar olmasa havanın hareketi çıplak gözle fark edilemez. Dolayısıyla bulutların bu noktadaki vazifesi bir belirteçliktir, bir alametliktir. Onun haricinde sadece edilgen olarak hareket ederler. Dağlar da altlarındaki ağır baskılardan dolayı yükselen ve hareket eden varlıklardır ve ağır baskıların nedeni değil belirtecidir, alametidir. Dolayısıyla dağlar bulutlara benzemektedir. Daha da önemlisi, bulutların hareketi havanın hareketini belirttiği gibi dağların hareketi de “magmanın seması” olan yer kabuğundaki kıtaların hareketini belirtmektedir.

Şurası muhakkak ki buraya kadar bahsedilen ayetlerin manaları burada dile getirilenlerden ibaret olmadığı gibi yeni bulgularla ve farklı bakışlarla, değişik yorumlara kapılar aralanabilir. Rabbimiz bütün bu bilgileri, bizim için birer hidayet vesilesi kılsın. Doğrusunu Allah bilir.