Sunday, March 20, 2016

Evrim Üzerine Düşünceler - 1

kısa bir izah:

Öncelikle, bu yazı, iman sahibi olup evrim konusunun iman perspektifinde halline dair açıklama isteyenlere yönelik yazıldı. Dolayısıyla, imanı olmayan veya bu konudaki kararını zaten vermiş kişiler muhatap değil.

İkinci olarak, dile getirdiğim konuyla alakalı söylenebilecekler, elbette benim burada söyleyeceklerimden ibaret değil. Sadece, kendi tefekkür bahçemde yetişen meyveleri paylaşıyorum. Başkaları da kendi bahçelerinde yetişenleri paylaşırsa, herkesin faydasına olur.

Konuya başlarken, bir örnekle giriş yapmak istiyorum. Bu örnek, meselenin problem oluşturan yönlerini vurgulamak için, belirli noktalarda kasıtlı olarak yanlış bilgi içermektedir, önceden uyarayım.

Dindar bir insan, güneş sisteminin nasıl oluştuğuyla alakalı bir soruyu, "Allah yarattı" diye cevaplayabileceği gibi, eğer bilimsel açıklamalara da hakimse, "büyük patlama sonrası toz bulutunun kütle çekimi etkisiyle yoğunlaşması..." şeklinde başlayan uzun bir cevabı da rahatlıkla verebilir. Bu iki cevabı verirken, ne dini açıdan ne de bilimsel açıdan hazımsızlık çeker. Genel olarak Allah'ın bir şeyi yaratmasının ani olarak ve aracılar olmadan gerçekleştiğine inanılmasına rağmen, evrenin ve dünyanın basamak basamak, diğer ifadesiyle evrimsel, yaratılış açıklaması, dindar bir insanı rahatsız etmez. Tersine, bu bilgileri tefekkür malzemesi olarak görür.




Güneş sisteminin yaratılışı ve/veya oluşumuna dair bu açıklamayı veren bir kişiye "peki canlılar ve insan nasıl oluştu" diye sorduğunuzda, hazımsızlıklar başgösterebilir. Bunun nedeni, "eğer bir şeyi sebepler açısından açıklarsak ve tek seferde bir yaratılış yerine zamana yayılmış evrimsel bir mantıkla açıklarsak, o şeyi Allah değil de başka sebepler yapmış gibi görünecektir" şeklinde bir düşüncedir. Bu da temelde bir sorun doğuracağı için, canlılar haricindeki konularda bilimsel bilgiyi rahatça kullanan dindar kişi, canlılarla ilgili olarak ikileme düşecektir. Böyle olunca da, dersteki öğretmenine bilimsel cevap verecektir, dini ortamlarda da dini bir cevap verecektir; ama hem aklını hem de kalbini tatmin eden ve  içinde bulunduğu topluluğa göre değiştirmek zorunda kalmayacağı bir görüşe hasret kalacaktır.

Bu noktada, evrim konusuna hiç başlamadan önce, bilimsel bilginin dini olarak nereye oturduğunu görmekte fayda vardır. Çünkü bilimsel bilgi doğru zemine oturursa, zaten sorun kaynağı olmaktan çıkacaktır. Ne demek istediğimi yine aynı örnek üzerinden anlatayım. Farzedelim ki zaman makinesi icad oldu ve geçmişe gidilip görüldü ki insan gerçekten maymundan basamak basamak türemiş. O zaman n'olacak?

Bu durumda, yüzyılı aşkındır din düşmanlığı yapan birileri çıkıp "biz zaten demiştik" diye pişkin pişkin konuşmaya başlayacak, çünkü insanın, bir yaratıcıdan bağımsız olarak, tesadüfen ortaya çıktığı düşünülecek; ve bu durumda da din denen şeye gerek kalmayacak, çünkü insanın, sahibi olmayan bir yaratık olduğu anlaşılmış olacak. Benzer şekilde, diğer canlılar da tamamen bir yaratıcıdan bağımsız olarak kendiliğinden ortaya çıkmış herhangi varlıklar olacaklar. Bu durumda da insan için doğruluğun ölçüsü, akıl ve menfaat ikilisinden birisi olacak.

Peki bu fantastik hikaye, aynen olmasa da benzer şekliyle gerçek hayatta yaşanmış olabilir mi? Evet yaşandı! Hem de 1800'lerin sonları 1900'lerin başlarında. Yani çok uzakta değil, yüzyıl kadar önce. O zamana kadar hakkında bilimsel açıklama olmayan herşey için "Allah yarattı" deyip işin gerisini sorgulamayan insanlar, bilimsel olarak evrenin başlangıcı ve dünyanın oluşumu hakkında gelen açıklamalar karşısında tam da yukarıda anlattığımız durumu yaşadılar. Ateist felsefe ile kaynayan zihinlerin sloganları şu ve benzeri şekilde her yerde dalgalandı: "din, anlaşılamayan ve kontrol edilemeyen ve dolayısıyla da korku nedeni olan şeylere karşı türetilmiş bir olgudur. Bir gün bilimin ilerlemesi ve her şeyin açıklanmasıyla, artık Tanrı'ya gerek kalmayacak."

İçine düşülen bu durumda, insanlık din olgusundan ve Tanrı'dan oldukça uzaklaştı. Bahsedilen devirler, literatürde ateizmin krallık devri olarak ifade buldu. Bu noktada aklı ve kalbi tatmin edebilecek açıklamalar, kendi özelimizde konuşacak olursak, Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur adlı eserlerinde dile getirildi. Dünya genelinde ise hem dini hem de bilimi içerecek oturaklı bir felsefenin oluşturulması çalışmaları hala devam ediyor. Fakat, insan fıtratı boşluk kabul etmeyeceği için, eksik olan bu felsefenin yerini iki şey doldurdu: hazcılık ve ruhaniyatçılık. Gerçi bu ikisini, maddi ve manevi hazcılık olarak tek başlıkta da toplayabilirsiniz. "Düşünmeye gerek yok, keyfine bak", "Ben dindar değilim, ama barışa, huzura inanırım"... Konuyu dağıtmadan geri dönelim.

O zaman bilimsel bilgiyi nereye koyacağız? Bilimsel olarak açıklayınca ve bizim kontrolümüze girince, o şey Tanrı'nın kontrol alanından çıkıyor mu? Bu sorulara cevap aramak için, Said Nursi'nin ortaya koyduğu "tabiat" ve "sebepler" kavramlarından faydalanalım (isteyenler 23. Lema ve 32. Söz  isimli eserlere bakabilir). Öncelikle tabiat nedir, sebepler  nedir?

Tabiat, bir şeyin doğasında olan şey manasına kullanılır ve o şeyin etraftaki diğer koşullardan bağımsız olarak her zaman ve zeminde sahip olduğu özelliklere denir. Mesela bir insanda güzel ses varsa, nerede ve ne zaman olursa olsun, etraftaki koşullardan bağımsız olarak o güzellik onda mevcuttur. Konuştuğunda veya bir şarkı söylediğinde, bu güzellik ondan sudur eder.

Daha teknik bir örnek vermek gerekirse, ışık, foton denen parçacıkların tabiatıdır. Bir yerde foton varsa, orada ışık vardır, foton yoksa ışık yoktur. Bunun nedeni, aydınlığın, fotonun tabiatında olmasındandır. Nerede ne zaman olursa olsun, fotonun varlığı, ışığın varlığını gerektirir.

Sebepler ise, farklı varlıkların bir arada bulunmasıyla ortaya çıkan bir bütünsel olgudur. Mesela, güneş dünyayı ısıtır. "Eğer güneş olmasaydı, ısınamazdık" ifadesi, ısınmamızın sebebi olarak güneşi önermektedir. Fakat, dünya olmasaydı, güneş de dünyayı ısıtamazdı, çünkü olmayan bir şeyi ısıtamazsınız. Dolayısıyla ortaya üç ana bileşen çıkıyor: etkiyi doğuran (sebep), etkinin kendisi ve etkilenen. Buna, kozalite zinciri diyebiliriz. "Güneş doğduğu için gündüz olur" ifadesi, bu zinciri ima eder.

Günlük yaşamdan bir örnek vermek gerekirse, size iş veren kişi, size para verdiği için geçiminizi sağlamanıza sebep olmuş oluyor. "O bana iş verdiği için geçinebiliyorum" ifadesi, bu sebep-sonuç ilişkisini vurgulamaktadır.

Tabiat ve sebepler kavramlarının ne olduğunu kısaca açıkladıktan sonra bir de not düşmek istiyorum. Bu iki kavram, bizim zihinlerimizde oluşturduğumuz, hayatı ve etrafımızı anlamaya, modellemeye ve kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda kullanmaya elverişli olgulardır. Fakat, bu olgular üzerine bina edilen her düşünce veya his, mutlak manada doğru olmak zorunda değildir. Bu konunun detayına girmeyeceğim ama sadece bir iki örnekle açıklamaya çalışacağım.

Örneğin, yukarıdaki güzel ses örneğinde, o güzellik, sahibinin iradesi ve bilgisi dahilinde ona gelmiş değildir. Aksine, aynen masallardaki gibi "bir varmış bir yokmuş" şeklinde, o özelliği kucağında bulmuştur. Hayal gücü kuvvetli bir insan, aynı şekilde, dünyaya gelirken böyle olmayı tercih etmiş değildir; aksine, kendini öyle bulmuştur. Güneş örneğine dönersek, güneşin, aydınlatmama, ısıtmama gibi bir lüksü yoktur, yani bu işleri iradi olarak yapıyor değildir. Dolayısıyla, aydınlandığımız ve ısındığımız için bir sebep aradığımızda gözümüze ilk çarpan güneş olabilir ama bu noktada ona müteşekkir olmamız, mantıklı değildir. Bununla beraber, hayatımızda planlama yapmak ve doğayı kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda kullanmak için, böyle zihinsel paradigmalara ihtiyacımız da vardır. Demek ki tabiat ve sebepler, birer alet, cihaz gibi kullanılması gereken ve işi bitince dolaba kaldırılması gereken olgulardır. Toprak kazmak için kullandığınız kazmayı, tabağınızdaki eti kesmek için kullanmadığınız gibi...

Şimdi, önemli bir soru ile incelememize devam edelim. İnsanın beynini, tabiat ve sebepler gibi paradigmalarla çalışma özelliğinde yaratan kimdir? Bizzat Allah! Yani, insanlar olarak bilimsel çalışmalar yapıp evren nasıl işliyor diye anlamaya çalışmak, bu bağlamda matematiksel denklemlerde ifade bulan kanunlar ortaya koymak ve daha sonra bunları kullanarak teknoloji geliştirmek, bizzat Allah CC'nun bizim için yaratılışta öngördüğü bir yoldur. Yani, bilimsel açıklamalar bulmak için deneme-yanılma, hipotez-tez-antitez gibi çalışmalar yapmak, insanın karakterine bizzat onun Yaratıcısı tarafından konulmuştur. O zaman, öncelikle şu noktaları tespit etmek lazım: 1) bilimsel açıklamaların peşinde koşmak, günah değildir, aksine bir tür ibadettir. Dolayısıyla bu noktada suçluluk psikolojisine girmeye gerek yoktur; 2) aklımızla oluşturduğumuz bu yapılar, eğer Allah ile aramızda bir duvara dönüşüyorsa bunun çözümü bilimsel araştırmayı terketmek veya dışlamak değil, aklımızdaki paradigmaları iman perspektifinde olgunlaştırmaktır.

O zaman evrim özelinde başladığımız ve bilimsel bilginin konumu etrafında devam ettirdiğimiz sorgulamamızda şu an yapmamız gereken, tabiat ve sebepler kavramlarını iman perspektifinde olgunlaştırmaktır. Bu noktada, öncelikle Gazzali tarafından izah edilen ve başka alimlerin de referans verdiği her an yaratılma paradigmasından faydalanacağız.

Bir örnekle başlayalım. Televizyon teknolojilerinde en önemli hususlardan biri, insanın algısındaki sınırlılıktır. Yani, bir saniye içerisinde resim 100 defa değişiyorsa ve resimdeki karakterin konumu sürekli değişiyorsa, bunu biz hareket olarak algılıyoruz. Halbuki, o resimlerdeki karakterlerin hiç biri aslında hareket etmemektedir. O karakterin hareket ettiği olgusunu ekleyen ve haraket algısını oluşturan bizzat bizim beynimizdir. Benzer şekilde, evrende her şey her an, kelimenin gerçek anlamıyla, yaratılmaktadır. İki kimyasalın bir araya geldiğinde reaksiyona girmesi ve neticesinde başka bir maddenin oluşması, görüntü itibariyle sebeplerle açıklanabilir, ama bu açıklama, bizim beynimizin oluşturduğu bir algıdan ibarettir. Sebepler algısı, yaratılma hadisesinin üzerindeki bir perdedir.



Aynı bakış açısını daha önce dile getirdiğimiz evrimle ilgili soru için kullanalım şimdi. "Eğer zaman makinesi icad olunsa ve insanın maymundan evrildiğini görsek", bu durum, yaratılmanın olmadığını göstermez; aksine, yaratılmanın hangi basamaklardan geçtiğini gösterir.

Bilimsel bilginin konumuyla ilgili olarak, her an yaratılma paradigmasına ek olarak, Risale-i Nur'larda dile getirilen bakış açısıyla, dua kavramını da kullanabiliriz. Orijinal kaynaktan okumak isteyenler, 23. Söz (1. Mebhas, 5. nokta) ve 24. Mektup (1. Zeyl) isimli kısımlara bakabilirler. Klasik anlayışla dua, Allah'tan bir şeyi söz ile istemektir. Sözlük manasıyla ise dua, davet demektir. Allah'a yaptığınız davete icabet edilip edilmeyeceğini bilemezsiniz, ama icabet edilmesi ümidiyle isteğinizi belirtirsiniz. Peki, birisi size gizli bir liste verse ve bu liste, Allah'ın mü'min-kafir ayırdetmeden mutlaka aynıyla kabul ettiği duaları içerse, sevinmez misiniz? İşte bilimsel çalışmalarla ortaya çıkan bilgi birikimi, tam da böyle bir listedir. Bir anlamda, mümin-kafir ayrımını bir kenara koyun, canlı-cansız ayrımı bile yapmadan kabul gören duaların incelemesidir, bilim. Teknoloji de, bu duaları, kendi ihtiyaç ve isteklerimiz doğrultusunda söylememizin adıdır. Ama hiç bir şekilde ne bilimin ne de teknolojinin ilerlemesi, Allah'ın kontrol alanının dışına çıktığımız manasına gelir; aksine, O'nunla daha zengin bir dil ile konuşmamız manasına gelir.
"Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?" (Furkan, 77)
Dolayısıyla biyoteknoloji ve genetik alanlarındaki ilerlemeler, doğru bakış açısıyla ele alındığında, insanın Allah'a yakınlaşmasına vesile olabilir.

Madem öyle, bunun gerçekleşmesine engel olan nedir peki?

3 comments:

  1. Bu seri gayet guzeldi, devam edebilirsen daha da istifadeli olur. Bayagi bir arkadasa gonderdim

    ReplyDelete
    Replies
    1. I am intending to add a new episode to this series God willing. Thanks for letting me know.

      Delete
    2. http://blackzerostorybook.blogspot.com/2018/09/parable-of-puzzle.html?m=1

      Try this for now ��

      Delete