Wednesday, August 31, 2016

Sebeplere Giriş


Üniversite müfredatlarındaki gibi sebepler üzerine bir ders olsaydı ve bu ders peygamberler tarafından verilseydi nasıl olurdu? Gizli şirke götüren en önemli hastalıklardan olan esbabperestliğe kapılmamak ve ama bu dünya hayatının direği gibi gözüken sebeplere riayet ve tevekkülü doğru uygulamak adına vahyin ışığında yürüyen bu insanların öğretmenimiz olması ne kadar hoş!

Tam manasıyla böyle bir dersi hayal etmek imkansız olsa da, Kuran'da peygamber kıssalarında anlatılanları okuyarak ve onlar üstünde düşünerek muhtemel bir içerik çıkarmak da mümkün. Ve tabi ki sebepleri keşfetmek ve onlara riayet etmek denince, bu işte doğuştan kabiliyetli yaratılan bir millet olan Yahudiler'e gelmiş peygamberler, öne çıkan peygamberler oluyor.

Hz Musa'ya İsrailoğulları'na peygamberlik vazifesi gelip de Firavun'a gitmesi istendiğinde (Taha 24-36) yaptığı şeylere bakalım:

Öncelikle, Allah CC'dan inşirah istiyor ve sözlerinin hem edebi olarak hem de semantik olarak güzelleşmesi ve böylece muhatap tarafından kolayca anlaşılır hale gelmesini istiyor. Demiyor ki "Allah beni seçti, ben dosdoğru dalar girerim Firavun'un salonuna. O da kim oluyor!"

İkinci olarak kendisine bir yardımcı gerektiğini düşünüyor ve bu noktada kendi kardeşi olan Hz Harun'un tayin edilmesini istiyor. Bu da enteresandır, çünkü modern akıllılar tarafından "Allah tarafından görevlendirilen kişi, Allah'tan başka yardımcıları niye arıyor? Allah'ın yardımı neyine yetmiyor?" denebilir. Hz Musa, bu yardımcısını isterken, İsrailoğulları'nın o zamanki sosyolojik ve psikolojik durumunu düşünüp gereken eğitim sürecinde kendisinin tek kişi olarak yetersiz kalacağını öngörüyor ve böyle bir istekte bulunuyor.

Böyle bir isteğin arkasında mutlaka başka hikmetlerde vardır fakat bunlardan birisi de peygamberlik vazifesini yaparkenki iş yoğunluğunun, yani sebeplere riayetin getireceği yükün, Allah'la irtibatlarına vakit ayıramamaları gibi bir noktaya varmasını istememesi olsa gerektir. İş iki kişi arasında paylaşılınca, Rableri ile kişisel irtibatlarına da vakit bulabileceklerdir. Yine demiyor ki "zaten Allah'ın verdiği işi yapıyorum, başka ibadetlerle o kadar uğraşmama gerek yok".

Hz Zekeriyya da kendinden sonra peygamberlik vazifesini devam ettirecek salih bir evlat istiyor (Ali İmran 38-41). Ne var ki bu husustaki duası, kendisi çok yaşlanmış olmasına rağmen cevaplanmamıştı ve ama o, ısrarla duasını sürdürüyordu (Meryem 2-11). Zekeriyya Peygamber'in durumunu vokal olarak resmetmesi adına Hafız Abdüssamed tarafından Meryem Suresi'nin okunuşunu dinlemek isteyebilirsiniz. Pekiyi Allah'ın, dinini istediği kişi ile anlattırabileceğini gayet iyi bilen bir insan, neden ille de kendisi bir oğlan istiyor ve Allah'ın peygamberlik vazifesini bu oğul üzerinden devam ettirmesi için dua ediyor? Daha kaba ifadesiyle, neden "din O'nun, kullar O'nun; ben bana düşeni yaptım." deyip boş vermiyor!

Daha sonra, kendisine Hz Yahya'nın müjdesi verilince, Hz Zekeriyya Allah'tan bir ayet/işaret istiyor. Özellikle Hristiyan kaynaklar, bu "ayet" istemenin ardından gelen 3 günlük suskunluk/konuşamama halinin, Allah'a güvenmemenin cezası olduğunu söyler. Halbuki, Allah'a güvenmeyen ve O'nun kudret ve iradesine inanmayan kişi, saçı-sakalı ağarması ve eşi de doğurma kabiliyetini kaybetmiş olmasına rağmen hala dua eder mi? İnanıyor ve güveniyor ki bütün imkansızlıklara rağmen Allah'tan istiyor. Fakat daha önemli bir nokta şu. Gelen müjdenin ardından, yine iradesinin hakkını vermek adına, yani ne zaman ne yapması gerektiği hakkında Allah'tan bir işaret (ayet) istiyor. Akşam namazının işareti güneşin batması olduğu gibi, Hz Zekeriyya da bir çocuğu olması için kendi iradesine düşeni yapmak için Allah'tan bir işaret istiyor. Demiyor ki "Tamam o zaman. Ben bekliyorum, leylekler getirsin bebeği."

Hz İsa'nın da bu konudaki bir tecrübesini Matta'dan öğreniyoruz  (Matta 4, 5-7). Aynı anekdot, bu konudaki bazı İslam'i eserlerde de geçmektedir. Hz İsa'nın sözlerinden şunları anlıyoruz: yüksek bir yerden atladığında parçalanıp öleceğini akıl gözü ile sana gösteren Allah, kendi kuralını ortaya koyuyor. O bunu yaptıktan sonra ve sana aksi yönde açık bir bildirim (ayet) gelmediyse, "acaba gerçekten öyle mi"  veya  "öyle diyor ama ben başkaları gibi değilim" diyemezsin. Herkes ve herşey için geçerli olan Allah'ın kanunu senin için de geçerlidir.

Bütün bu örneklerden ortaya çıkan bir husus, bu peygamberlerin, sebeplere riayeti Allah ile konuşma-irtibat vesilesi görmesidir. Yani eğer Allah seninle konuşarak muhatap oluyorsa, ondan sözle iste. Eğer Allah seninle tabiat kanunları üzerinden muhatap oluyorsa, o kanunları kullanarak O'nunla konuş, isteyeceğini o dilde iste. Neticede, hangi dilde istenirse istensin, duaları işitip cevap veren ve kuluna yardım eden O'dur.


"Hak olan çağrı (dua, ibadet) yalnızca O'na (olan) dır. Onların Allah'tan başka çağırdıkları ise, onlara hiç bir şeyle cevap vermezler. (Onların durumu) yalnızca, ağzına gelsin diye, iki avucunu suya uzatan(ın boşuna beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez. Küfre sapanların duası, sapıklık içinde olmaktan başkası değildir." (Rad 14)

"Allah’tan başkasına dua edenden daha dalâlette kim vardır? Kıyâmet gününe kadar, ona kimse icabet etmez. Ve onlar (putlar), onların dualarından gâfildirler (habersizdirler)." (Ahkaf 5)






Tuesday, August 23, 2016

Kurban Bayramı ve Esbabperestlik


Kurban Bayramı'nda bir hayvan kurban edip etini, eş-dost ve fakirlere paylaştırmak şeklinde özetlenebilecek maddi bir ibadet ön plandadır. Ne var ki bu bayram, sadece zenginlerin değil, bütün insanların pratik edebileceği bir manevi ibadeti de içermektedir.




Tarihsel olarak Hz. İbrahim ve Hz. İsmail arasında geçen kurban hadisesi, Hz. İbrahim'in Allah'tan gelen emirlere tastamam riayetini resmeder. Her sene hutbelerde meselenin bu boyutu dile getirilir. Fakat, aynı hadise, insan psikolojisi ve peygamberlik misyonu açısından ne demek olabilir? Yani, bütün mesele aklın almayacağı bir işe kalkışıp sonra da Cebrail AS'ın koçu getirmesinden mi ibarettir?

Konuyu daha iyi anlamak için filmi bayağı geri sarmak gerek. Hz. İbrahim'in yaşadığı ilk mucize, ateşe atılması ve orada yanmamasıdır. Dışarıdan bir yönlendirme olmaksızın kendisi tefekkür edebilecek ve böylece Allah'a ulaşabilecek kadar zeki ve entellektüel biri, daha sonra kalkıp bütün kavmine meydan okumaktadır. Düşüncelerini aksiyona dönüştürmede yüksek irade sergileyen, afakta tefekkür neticesinde Allah'ın kudret ve iradesine dair marifet ve imanı belli bir seviyeye çıkmış bu genç, kendi nefsinde de aynı kudret ve iradenin eline teslim olarak kendi aklına meydan okumuştur. Bu, onun kadar akılcı bir insan için hiç de kolay olmayan bir adımdır. En nihayetinde ateşe atıldığında yaşadıkları da, hem onun imanını te'yid eden hem de kuvvetlendiren ve bizzat kendi üstünde uyguladığı bir deney olmuştur.




Büyüyüp de evlendiği zaman, peygamberlik misyonunu devam ettirmesi için, ataerkil bir topluma hitap edebilecek bir erkek evlat istemiştir. Daha sonra Hacer annemizden Hz. İsmail doğduğunda, bu isteği gerçekleştiği için çok mutlu olur. Ne var ki kendisinden,  Hz Hacer ve İsmail'i o devir itibariyle yokluğun ortası olan bir yere bırakıp terk etmesi istenir. Ne akıl ne de vicdan açısından kabullenilemeyecek bu durum, Hz. İbrahim gibi akılcı ve merhametli bir insan için çok çok daha can alıcıdır. Bir kez daha aklının gördüğüne meydan okuması gerekmektedir. Peygamberlik mesleğini devam ettirebilecek ve ona gerekli terbiye ve eğitimi verebileceği tek oğlunu, annesiyle birlikte çölün ortasına terk etmesi gerekmektedir. Yani akıl açısından bakıldığında, peygamberlik mesleğini devam ettirme pozisyonundaki tek kişiyi kendi eliyle ölüme terk ederek misyonuna ihanet edecektir! Ama emri veren de bizzat Allah CC'dur!

O devirde telefon, email vs. olmadığı için eşini ve bebeğini bıraktıktan sonra başlarına neler geldiğinden haberdar değildir Hz. İbrahim. Hani duyduğumuz 'zemzem suyunun bulunması ve oradan geçen kervanın suyun çıktığı mahalle yerleşmesi hadiseleri', Hz. İbrahim'in arkasından olduğu için o, yaptığının vicdan azabı ve zihnindeki tufanlarla başbaşa kalmıştır. Ve bir kez daha, önceden afakta ve enfüste tefekkür deneyimleriyle kalbine işlenen imanına güvenmek durumunda kalmıştır. Daha sonra Hz Hacer ve İsmail'i ziyarete gittiğinde onları hayatta ve rahat içinde gördüğünde bir kez daha Allah'ın kudret ve iradesinin her şeyi kuşattığını, O'nun izni olmadan iyi-kötü hiç bir şeyin gerçekleşemeyeceğini iliklerine kadar hissetmiştir.



İşte bu akıl ve kalp insanı, bahsettiğimiz tecrübelerden, deneylerden sonra, peygamberlik misyonunu devam ettirmek üzere yetiştirdiği, terbiye ettiği oğlunu kurban etmek durumunda bırakılmıştır. Yine akıl açısından bunun mantıklı bir tarafı yoktur. Fakat Allah'ın sonsuz kudret ve iradesine teslim olmuş bu irade insanı, kendine emredileni, görüntüdeki mantıksızlığa rağmen yerine getirmeye çalışmıştır. Hikayenin geri kalanı malum.

Buraya kadar anlattıklarımız üzerinde, bizim açımızdan, sorgulanması gereken pek çok nokta vardır. Öncelikle neden aklın gerektirdiklerinin zıttını yapması istenmiş, Hz. İbrahim'den? Veya kendi özelimizde düşünürsek, iman sahibi olmak demek, aklı devre dışı bırakmak mı demek? Aklı yaratan Allah; o aklı, sebep-sonuç ilişkilerini görme ve ona göre geleceği planlama fakültesi yapan Allah; böyle bir aklın varlığını ve çalışır durumda olmasını imanın ön şartı yapan Allah, neden bir anda bu aklın devre dışı kalmasını istiyor?




Bu noktada, aklın aynı zamanda insanı, Allah'ın evrendeki halifesi konumuna yükselten bir özellik olduğunu hatırlamakta fayda var. Yani akıl kullanılarak elde edilecek güç, insanı firavunlaştırabilecek seviyededir. Çünkü akıl, her şeyi sebep-sonuç çerçevesinde açıklarken bizzat kendini de onların kontrolcüsü olarak kabul eder. Bu sebep-sonuç zincirlerinin ve kendi konumunun da sürekli/devamlı olacağını zanneder. Yani kayyumiyet atfeder kendine. Böylece, kendi kendine ve sürekli hayatta ve ayakta kalacağını düşünen insan için dalalet yolları açılır. O yüzden aklı kullanmanın edebini de öğrenmek gerektir.

Hz İbrahim özelinde bu öğrenme, Allah'tan gelen açık ayetler üzerine gerçekleşmiştir. Yani ortada hiç bir şey yokken bütün bu işlere girişilmemiştir. Bizim özelimizde ise, Allah'tan açık bir bildirim olmadığı müddetçe, ki peygamberlik sona erdiği için böyle bir şey söz konusu olamaz, aklın rehberliği mecburidir. Ama o zaman aklın terbiyesi nasıl olacak?

Aklı kullanmanın birinci edebi, şunu farketmektir: sebepler bizi bağlar, Allah'ı değil. Kul olarak bize düşen, Allah'ın kurduğu sebep-sonuç bağlarına riayet ederek O'ndan ne istiyorsak istemektir. Ancak Allah'tan ümidimiz ve O'nun bizim gayretlerimize vereceği cevap, aynı sebep-sonuç ilişkileriyle bağlı değildir.



Bu noktada da Kevser Suresi'nde kurbanın vacipliğine zemin teşkil eden ayet (Kevser 108/2), daha geniş olarak şu şekilde yorumlanabilir:

"Elinizdeki nimetler devam ederken, bunların hep böyle devam edeceğine göre plan yapmayın (Kehf 18/35-36). Hatta, hep öyle devam ettirmek için de plan yapmayın. Kendi imkanlarınızı kendi elinizle kurban edin (zekat, sadaka vs.). Kendi kafanızda kurduğunuz sebep-sonuç zincirlerini ara-sıra kırın ve risk alın (Bakara 2/195). Veya, başınıza bir musibet geldiğinde, bunun devamı mahiyetinde gelecekte olacakları tahmin ederken aynı sebep-sonuç ilişkileri cenderesinde düşünmeyin (Fussilet 41/49). Çünkü bunları yaparken, sadece kendinizi değil Allah'ı da o zincirlerle bağlıymış gibi zannediyorsunuz, farkında olmadan. Allah CC, sebeplerin sebebidir. O, kuluna, hiç ummadığı anda hiç ummadığı yerden yardım edendir (Talak 65/3). O yapar; akıl da iş bittikten sonra işbaşı yapar ve 'şundan şu oldu, şundan şu oldu...' diye bağlar kurar. Fakat bu hadiseler öncesinde akıl, sadece ve sadece o zamana kadar gördüklerinin içerisine hapistir. Ama aklın görebildikleri, Allah için kuşatıcı değildir."




Monday, August 15, 2016

İstanbul'da Bir Çekim Hikayesi



Ayasofya Kilisesi inşa edilirken henüz küçük bir çocuktum. Yıllar geçtikçe ben büyüdüm, o büyüdü. Ayasofya'yla çocukluk arkadaşı sayılırız yani. Ama muhtemelen o daha nice yüzyıllar ayakta kalacak, Roma İmparatorluğu'nun ahir günlerini görecek. İçindeki sayısız sanat eserleriyle de bugünün Roma'sını geleceğin dünyasına tanıtacak.


Fakat ben? Ben muhtemelen 40 sene sonra en fazla toprağa karışmış olacağım... Fakat ben toprak olduğumda, kafamı dolduran sorular nereye gidecek? Beynimi kemiren kurtlar, böcekler aynı sorularla mı meşgul olacak? Meraklarım, maceralarım nereye gidecek? Koca dünyayı bana dar hissettiren duygularım bir böceğin karnına nasıl sığacak?


Gençliğime ilk adımlarımı attığım yıllarda vaktimin çoğunu Ayasofya'da kubbeyi seyrederek geçirirdim. O zamanlar kafamı meşgul eden en büyük soru, bu koca kubbenin nasıl olup da çökmediğiydi. Ustalara, mimarlara, öğretmenlere sordum. Yapıların sağlamlığından bahsettiler ama beni tatmin etmedi. Niye mi? Bir kuş düşünün. Havada uçarken hava ona yeterince sağlam geliyor ve havadan düşmüyor, ama ben yüksekten atladığımda yeterince sağlam gelmiyor... Adamına göre mi davranıyor hava?

Duvarları sağlamlaştırmanın yolu var da havayı sağlamlaştırmanın yolu yok mu? Ya da tersine düşünürsek, havayı sağlamlaştıramadığımıza göre taşları, duvarları nasıl sağlamlaştırıyoruz? Daha kalın ya da daha uzun hava bile bir insanı kaldırmıyor! Veya aynı duvarların üstüne farklı bir yapı koysak çöküyor da böyle aynı ağırlıkta ama kubbe şeklinde bir şey koyunca niye çökmüyor? Sağlamlık, adamına göre değişen bir şey mi? Eğer öyleyse, taşların-duvarların aklı mı var, şuuru mu var?

Bunları düşünürken tahminen 13-14 yaşlarımdaydım. O ara benim bu ilgimi gören bir usta, beni yanına çırak aldı ve çalışmaya başladım. Anlayamadığım şeyleri bizzat kendim uygulayarak işe yarar yapılar ortaya koymaya başladım. Ama sorular aklımdan hiç gitmedi. Aksine, okuduğum felsefe kitapları sayesinde yeni sorularla kafam doldu.

Öncelikle tavan niye çöküyor ki? Mesela yukarıda ay var. Muhtemelen koca bir taş. Ortada ne bir direk var ne bir zemin. Ama ay düşmüyor. Fakat yukarıya attığım taş düşüyor. Her gün doğan güneş, dünyaya düşmüyor ama göklerden gelen su, mutlaka düşüyor. Neden bazı şeyler düşüyor da bazısı düşmüyor?

Bazı romantik felsefeciler, herşeyin arasında sevgiye bağlı bir çekicilik olduğunu söylüyor. Herşeyin arasında! Ama eğer bu doğru olsaydı, yani herşeyin arasında bir çekim olsaydı, ay dünyaya düşmez miydi? Yoksa o çekim gücü de keyfî mi çalışıyor? İstediği varlıkları birbirine yaklaştırıyor, istemediklerini öylece uzak bırakıyor!?!?

Eğer öyleyse, yani çekim gücünün böyle bir tercihi varsa, acaba onunla konuşmak mümkün müdür? "Ey çekim gücü! N'olur benim yaptığım tavanları dünya ile kavuşturma; hep birbirlerinden uzak kalsınlar!"...

İnsanlara bir şeyi yapmaları için para verirsin. Acaba çekim gücüne de bu yaklaştırma işini yapmaması için bir şeyler verilebiliyor mudur? Acaba nelerden hoşlanır?

Belki de çekim gücü, sanatı seven bir güç olduğu için kubbe gibi güzel yapıları etkilemiyordur ve bu yüzden kubbeler çökmeden duruyordur!?!?




Thursday, August 11, 2016

Peygamberlere İlk İman Eden Kişiler


Her ne kadar diğer dinlerin tarihlerinde kayıtlar çok net olmasa da İslam tarihinde insanların imana geliş sırası oldukça iyi bilinir. Fakat burada bahsetmek istediğim konu kronoloji değil, hatta sadece Muhammed AS da değil; bütün peygamberler!


Daha başta diğer dinlerin kayıtlarında netlik olmadığını söylemişken bütün peygamberler genelinde nasıl konuşabiliriz, değil mi? Aslında değil. Zaten o yüzden bu yazıyı yazıyorum.

En detaylı bilinen hikaye olan son peygambere peygamberlik vazifesinin gelişini beraber gözden geçirelim. Halk arasında saygın, ahlaklı, iyi görünümlü biri... Aklı başında ve ticaretle meşgul. Fakirlere, yetimlere, zulme uğrayanlara yardıma koşuyor. O devrin şartları itibariyle temel öğrenmesi gereken her şeyi bilen ve ama okuma-yazması olmayan, dolayısıyla da kitaplarla ve alimlerle yolu çok kesişmeyen biri... Göstergeler tamamen normal.

Bu gayet normal kişi, 40 yaşına geldiğinde Hira Mağarası'nda uzun inziva dönemlerine başlayıveriyor ve günlerden bir gün o meşhur ilk vahiy hadisesi oluyor. Aklı başında her insan gibi o da korkuyor ve hatta acaba kendisine cin vs. mi musallat oldu diye endişelenip sorgulamaya başlıyor. (Bu konuyla alakalı, agnostik bir yahudi olan Lesley Hazelton'ın benzer bir incelemesi için tıklayın.) O noktada Hz. Hatice ve onun kuzeni Varaka bin Nevfel kendisini teselli ve teskin ediyorlar.

İlk vahiy hadisesi öncesinde dağın taşın kendisine selam vermesi gibi garip bir gerçek varken, düşünmekten, sorgulamaktan vazgeçer mi, o düşünce insanı? Magazin haberi okuma rahatlığı içerisinde, son peygamber olduğunu kabullenebilir mi? Dahası, eğer ortada bir peygamberlik ve Allah ile bağlantı söz konusuysa, bu haberleşmenin devamının gelmesi gerekmez mi? Hikayenin devamını bilen bizler için cevap basit: "devamı gelmiş zaten." Ama o sırada her şey henüz yaşanıyorken, vahiy meleği bir daha gelip gelmeyeceğiyle alakalı hiç bir bilgi vermemişken, etraftaki insanlar "ne o? cinin seni terk mi etti?" derken, bütün o sorular, insanın kafasının içinde nükleer bomba tesiri yapar.

Şimdi bir deney yapalım. Kendinizi o devirde düşünün. Putperest bir toplumda, ataerkilliğin hakimiyetinde, her tür ahlaksızlığın normal olduğu bir hayattasınız. Takdir ettiğiniz bir insan bir gün çıkıyor ve her şeye karşı duracak bir şeyler söyleyecek oluyor. Ama bizzat kendisi hakkında şüpheleri var! Ona inanır mısınız? İnanıp o insan uğruna risk alır mısınız?

O zaman, her şeyden ve herkesten önce en önemli mesele, peygamberin kendisinin peygamber olduğuna iman etmesidir. Hz Muhammed için bile Miraç hadisesinin gerçekleşip Allah'la bizzat görüşmesi, peygamberliğin gelişinden çok yıllar sonra olmuştur. Dolayısıyla onun için de "gayba iman" imtihanı geçerli olmuştur.
"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de " (Bakara 285)
Detayıyla bildiğimiz bu hikayeyi referans alıp diğer peygamberlerin durumlarını da anlamaya çalışabiliriz. Her peygambere ilk iman eden, bizzat kendisidir (örneğin: Enam 163). Ve bu iman öyle hayâtîdir ki Hz İbrahim, Allah'tan rica etmiştir ölümden sonra dirilmeyi kendisine göstermesi için (Bakara 260). Bundan dolayıdır ki Hz Musa ve Hz Harun, Firavun'un önüne gitmeden evvel içlerindeki korkuyu Rabb'lerine açmış ve O'ndan metanet ve inayet istemişlerdir (Taha 43-52).

Kendisinin peygamberliğine imanı, böylece Allah tarafından takviye edilen bu seçkin insanlar, daha sonra başkaları için de hidayet vesilesi olmak için işe koyulmuşlardır.




Wednesday, August 10, 2016

İncil'in İngilizce'si Bible mı?

Sözlüğü açtığınızda, İncil'in İngilizcesi'nin Bible olduğunu görürsünüz. Düşünüyorum da, bu çeviriyi ilk kim yaptıysa, ne Hristiyanlık'la ne de İslam'la ilgisi yok galiba... Ya da başka bir ihtimal bulamadığı için desteklice sallamış. Sonradan gelen herkes de aynı çeviriyi hiç sorgulamadan kullanmış. Ve herkesin yaptığı hata, hata olmaktan çıkmış... Mı acaba?


Ne demek istediğimi açayım. Ama önce hemen belirteyim ki İncil'in aslının kaybolduğu ve sadece çevirilerinin elimizde olduğu muhabbetine girmeyeceğim. Burada anlatacaklarım, onun çok daha ötesinde şeyler.

Mesela siz, İngilizce konuşan bir Hristiyan'a diyorsunuz ki "İncil Hz İsa'ya vahyedildi". Bu cümlenin İngilizce'si, "The Bible was revealed to Jesus". Fakat bir Hristiyan'ın Bible denince ne anladığını biliyor musunuz? Anlatayım.

Önce Bible'ın içinde neler var, bir bakalım. Bu kitapta iki ana kısım vardır. İlki Eski Ahit (Old Testament) diye bilinen kalınca bir kısımdır. Hz İsa öncesine ait ne kadar kutsal sayılan kitap-suhuf, mektuplaşma vs. varsa Eski Ahit'in içindedir. İkinci ana kısım olan Yeni Ahit (New Testament) ise meşhur Matta-Markos-Luka-Yuhanna diye bilinen (the four gospels) kısımlarla başlar.

Dört Gospel, Hz. İsa'dan sonra onun  havarileri veya havarilerinin öğrencileri tarafından kaleme alınmıştır. İçerik olarak, Hz. İsa'nın soyağacını, hayat hikayesini, öğretilerini konu alır. Gospel'ların bu şekildeki içeriği, İslam literatüründeki ayet-kutsi hadis-hadis-siyer kavramlarının karışımına tekabül eder. Dört Gospel'dan sonra da, havarilerin yaptıklarını anlatan ve özellikle  Saint Paul'ün başka coğrafyalardaki Hristiyanlar'la olan mektuplaşmalarını içeren kısımlar gelir. Son olarak da "revelation" denen ve geleceğe ait  imajlar/sembolik anlatımlar içerdiğine inanılan bir kısım vardır. Gospel'lardan sonra gelen kısımlar, İslam literatüründeki  tarih-menkıbe-tasavvuf başlıkları altında incelenebilir.

Şimdi düşünün. Siz "vahiy olan bir söz olarak İncil" demek için Bible kelimesini kullandığınızda, aslında vahiy-kutsi hadis-hadis-siyer-tarih-menkıbe-tasavvuf karışımı bir olgudan bahsetmiş oluyorsunuz. Böyle bir durumda da insanların kavram kargaşasından mütevellit tartışmalara girmeleri kaçınılmaz...



Monday, August 8, 2016

Ahirzamanı Anlamak

Bir balığın, içinde bulunduğu suyu fark etmesi ne kadar zorsa, ahirzamanda yaşayan insanlar olarak bu zamanı anlamak, bizim için o kadar zordur. Zaman suyunun dışına çıkmalıyız ki, n’oluyor, nereye gidiyoruz anlayabilelim. Ama zamanın dışına çıkmak, istisnalar hariç, bizler için mümkün olmadığına göre n’apacağız?
Bu noktada akıllıca bir yol, bu zamanın dışında olup bu tarafa bakan ve gördüklerini anlatan birilerine kulak vermektir. Ahirzamana dair böyle tasvirler yapan ve sözleri güvenilir olarak kayda geçmiş yegâne kişi olan Hz. Muhammed SAV diyor ki:

"Zaman hızlanacak, dinde ilim azalacak, fitneler ortaya çıkacak, (insanların içine) cimrilik atılacak ve 'herç' çoğalacak". Rasulullah'a, 'Herç' nedir? diye soruldu, o da: "Öldürmek, öldürmek" diye buyurdu.
Buhari, Fiten 5 (7061)
“Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın.”
Buhari, Fiten 9 (7081)
İhtimal, Fırat'ın suları çekilecek, kuruyacak. Ortaya altından bir hazine çıkacak, kim orada bulunursa, hiç bir şey almasın.”
Buhari, Fiten 24 (7119)
“On alamet görülmeden kıyamet kopmayacaktır;…Biri doğuda, biri batıda, bir diğeri de Arap Yarımadası’nda meydana gelecek yere batma hadisesi…”
Tirmizi, Fiten 21 (2183)
“Salih amel işlemekte acele edin. Karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü'min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar. Onlardan biri, dünya malı için dinini satar.”
Tirmizi, Fiten 30 (2195)

Yaşanan her hadisede insanların iradesine bakan bir yön olduğu gibi kadere bakan bir yön de vardır. Yaptığı iyi ya da kötü her iş için herkesin kendine göre bir nedeni olduğuna göre, onların hesabını Allah’a bırakıp biz, kader açısından ahirzaman hadiselerinin arkasındaki hikmetlere bakalım.
Peygamber Efendimiz SAV kendisinin gelişi ile kıyametin birbirine çok yakın olduğunu vurgulamıştır. O zaman, İsrafil AS’ın sûra üflemesine ramak kalmışken, bütün insanlık ahirete göçme hengâmesindeyken en önemli mesele ne olabilir?
Bütün insanlık için en önemli mesele, bir insan için de en önemli olan meseledir ve o da imanla ölmektir. O zaman, insanların iman hakikatlerini kavramaları için etraflarındaki ayetleri incelemeleri gerekmektedir. Bu konumda da âlemlerin Rabbi, insanlara ölümden sonra dirilmeyi hissettirecektir. Böylece maddi kılıfın içinde gelişen mananın korunacağını ve bu mananın, daha muhteşem olarak farklı şekillerde yeniden doğacağını gösterecektir.

Ayetlerimizi afakta (ufuklarda, alemde, dışta) ve kendi nefislerinde (kendi varlıklarında) onlara göstereceğiz ki o Kuran’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? İyi bilin ki onlar Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. İyi bilin ki O, her şeyi kuşatandır.(Fussilet 53,54)

Elbette ki bunlar olurken, yine sebepler perdesi arkasında olacaktır fakat doğru bakabilenler, bu ayetleri kalp gözü ile okuyabilecektir. Şuur bu noktada eksik kalsa bile en azından vicdanlar bu hakikati görecek ve vicdanının sesini bastırmaya çalışmayanlar hidayet yoluna girecektir, inşallah. Öte yandan ruha vurgu yapan bu ayetler, aslında tam da Hz İsa’nın getirdiği mesajın özüdür ve onun ahirzamanda tekrar gelişi ekseninde olması beklenen hadiselerin de ruhudur.
Aslında bütün bunlar, anne karnındaki bir cenin açısından bire bir modellenerek daha iyi kavranabilir. Bir ceninin anne karnından kopup dünyaya gelmesi, bizim burada ölüp diğer hayata doğmamız gibidir. Anne karnındaki karanlık ortam ve duyu organlarının kısmi veya hiç çalışmaması nedeniyle bir cenin, kendi bedeninin farkında değildir. Onu besleyen plasentayla yek bir vücut gibi yaşamaktadır. Fakat doğum sırasında plasenta, bebekle beraber dışarı çıkar ve ölür. Fakat o kılıf içinde büyüyüp gelişmiş olan ve fakat bebeğin hiç farkında olmadığı beden dünyaya doğmuştur; hem de ne muhteşem bir beden!
Hadisten mülhem olarak, dünya uykusundan gerçek hayata uyandığımızda da, aslında bu beden kılıfı içinde büyüyen ve bizim fark etmekten aciz olduğumuz bir benliğimiz doğacaktır ve o bedenin içinde yaşayacağı dünyayı algılamak, bizim için hayallerin bile ötesindedir.
Buraya kadarkileri özetlersek, kader planında ahirzamanın dehşetli hadiselerindeki bir hikmet, Allah bilir, bu yıkılmalar-yapılmalar sırasında hep korunan bir özün varlığına dikkat çekmek ve aynen enerjinin korunumu yasasındaki gibi, Allah’ın bu özü devam ettirdiğini, daha farklı ve daha muhteşem maddi kılıflarla tekrar tekrar iade ettiğini göstermektir. Böylece, insanoğlu için ölümden sonra dirilmeye yönelik örnekler verilmektedir.
Ahirzaman hadiseleri eksenindeki ikinci bir mesele de Allah’a imanın sağlamlaştırılmasıdır. Özellikle zaten müslüman olan insanlar böyle bir konuda, “biz zaten Allah’a inanıyoruz” deyip ilgisiz kalabiliyorlar. Fakat bu, Kuran’ı hayatına hayat kılmak isteyen bir müminin tavrı olamaz çünkü Kuran’da âlemlerin Rabbi, inananları “iman etmeye” çağırıyor, defalarca!

“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, derin bir sapıklığa düşş olur.”
(Nisa 136)
“Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size? Allah’a ve peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.”
(Saff 10,11)

Dolayısıyla mümin demek, tam da kelime manasıyla “iman etmeyi bir iş, bir meslek olarak sürekli ve düzenli yapan” demektir. Nasıl ki hayatında sadece bir defa ders vermiş kişi öğretmen olamıyorsa ve ama sürekli ders veren kişi öğretmen oluyorsa, hayatının sadece bir noktasında şehadet getirmiş ama sonrasında tefekkür yolculuklarıyla tekrar tekrar iman etmemiş kişinin “müminliği” de o derece sağlıksızdır.
Dolayısıyla, ahirzaman hadiseleri ekseninde Rabbimize olan imanımızı tazelemek, derinleştirmek ve renklendirmek gerekir. Bu gereksinimi daha da hayatî kılan özellik ise bahsedilen hadiselerin sıradışılığı ve dehşet vericiliğidir. İnsanlığın son günleri, onların göreceği en muazzam ayetlere şahit olacağı için önceden çok da benzeri görülmemiş olaylar meydana gelebilir. Bunlar, farklı sebep perdeleri ile perdelenmiş olabilir, hem pozitif hem negatif yönde olabilir. Her iki halde de insanın edeple Allah’a yönelebilmesi gerekmektedir.
Örneğin ahirzaman hadislerinde, insan öldürmenin, insanı bıktıracak kadar fazlalaşacağı haber veriliyor. Ki yaşadığımız zamanlar, tam da bunun gerçekleştiği zamandır. Haklının-haksızın birbirine karışıp fitne ateşlerinin kontrolsüzce dünyayı yangın yerine çevirmesi karşısında ilâhî müdahalenin olmayışı veya böyle bir müdahalenin istenen zamanda ve istenen şekilde gelmeyişi, birilerinin Allah’a imanını sarsabilir. “Allah varsa, neden bunlara müsaade ediyor” diyebilirler.
Veya teknolojideki gelişmelerle, özellikle sağlık ve genetik alanındaki ilerlemelerle insanlar artık ölümü çok uzak görebilirler; veya biyolojik/kimyasal/konvansiyonel silah teknolojilerindeki ilerlemelerle kendilerini hayat alıp-verme konumunda görebilirler. Bunlar da insanların şımarıp yoldan çıkmasına neden olabilir.
Bu şekilde kendini veya Allah’tan başka varlıkları esas kontrol noktası gibi görme hastalığı, insanların tabiatperestliğe ve esbabperestliğe saplanması şeklinde de okunabilir. Böyle söylendiği zaman, kimse kendisine yakıştırmaz bu hastalıkları. Ateistlere veya putperestlere veya paganlara has yanlışlıklar olduğu düşünülür. Fakat kazın ayağı öyle değildir. Gizli veya açık şirk hastalığının farklı tezahürleri, her zaman için olagelmiştir. Kuran-ı Kerim’de münafıklara ve onların ruh hallerine o kadar fazla yer verilmesinin bir hikmeti, bu özelliklerin herkesi az-çok etkileme ve imanlarını yaralama potansiyeli olmasındandır. Bu nasıl mı olur? İşte birkaç örnek.
Bütün övgüler Allah’a mahsustur (Fatiha, 2), ama bizzat Allah CC Kendisi, bunu her yerde açıktan, insanların gözüne sokmaz. Bu örneğe rağmen, iyi niyetlerle de olsa, belirli nimetlerin gelmesine vesile olan kişilerin her yerde methedilmesi, her şeye referans gösterilmeleri, onlara sonsuz güven duyulması, tam da esbabperestlik hastalığının gizliden gizliye nüksetmesidir.
Haram helali tayin etmek Allah’a mahsus olmasına rağmen O’ndan başkalarının bu noktada söz sahibi hale gelmesi ve bu başkalarının, insanları Allah’ın helal kıldığından men edip haram kıldıklarına sevk etmesi, yine benzer şekilde Allah’ın net bir çizgi ile belirtmediklerinin kesin helal-harama indirgenmesi tabiatperestlik hastalığının nüksetmesidir.
Namaz, Allah ile kul arasındaki ilişkinin en hayati damarı olmasına ve Kuran’da her yerde sürekli, namazın kılınmasından öte, namazın ikame edilmesi, yani kıvama erdirilmesi-iyileştirilmesi dikkatlere verilmesine rağmen, insanların namazlarının belirli surelere hapsedilmesi, dini hayatın belirli ritüellerden ibaret sayılması ve bunlardan rahatsızlık duyulmaması, esbabperestliğin bir tezahürüdür. Dinin özüne ait bu ihmallere karşın insanların kendilerinin vaz ettikleri bir takım etkinliklere katılmanın veya bazı uygulamaları yapmanın bayraklaştırılması da tabiatperestliğin bir tezahürüdür.
Asıl konuya dönersek, ahirzaman hâdisâtında Allah CC’nun gözettiği bir hikmet, işte o dehşetli olaylar üzerinden insanlardaki bu esbabperestliği ve tabiatperestliği kırıp bakışları sadece kendisine çevirmek olsa gerektir.
Ahirzaman hadisatı arkasındaki hikmetler, şüphesiz bunlarla sınırlı değil. Burada sadece konuya belirli açılardan yaklaşılmaya çalışıldı. Başka hikmetlere kalbi açılanlar, herkesle paylaşırsa, birbirimize hayırhah olmuş oluruz. Doğrusunu, sonsuz hikmet sahibi Allah bilir.