Monday, November 21, 2016

Kara Şelaleyi Seyrederken


Ahir zaman içinde,
Cepler telefon içinde,
Pireler server iken,
Develer hoparlör iken,
Ben beşiği icad edeni usuuul usul seyrederken bir kara delik varmış.

Bu kara delik, çok büyük olduğu için çok açmış, sürekli yermiş yermiş yermiş ama bir türlü doymazmış.Yanına yaklaşan koca yıldızları bile bir çırpıda bitiriverirmiş. Obur kara delik, insanların da ilgisini çok çekermiş. Hem tehlikeli olduğundan hem de onu seyretmek çok zevkli olduğundan. Tehlikeli olmasını anladık da seyretmenin zevki de n'oluyor diyorsunuz değil mi?

Kara delik yıldızları yutarken ortaya çıkan manzaralar çok hoşmuş. Kuzey ışıklarını andıran, ama onlardan çok daha renkli ışınlar çevrelermiş kara deliği.


Bundan dolayı insanlar, kara deliğin etrafına bir çember yapı inşa etmişler. Bu yapının içinde alış veriş merkezleri, restoranlar-kafeler, oteller, spor merkezleri gibi çeşitli işyerleri de varmış. Böylece insanlar, şelalelerden dökülen heybetli su kütlelerine bedel, kara deliğin içine akan maddeleri ve onlardan çıkan ışıkları seyredebiliyormuş.

Ne var ki, insanlar bu manzaralarla aslında o kadar da ilgilenmiyormuş. Oturup hayran hayran seyretmek ve his ve düşünce tufanında kendinden geçmek yerine, kara deliğin fotoğraflarını çekip diğer galaksilerdeki arkadaşlarına göndermekle meşgul oluyorlarmış.


Bu insanlar arasında, zaman yolculuğu yapan ama kendini çaktırmayan birisi varmış. Kara delik manzarası karşısında herkesin bu halini görünce çok üzülmüş. Sadece onların o haline değil, kendisinin asıl yaşadığı zamandaki insanların da benzer şekilde etraflarındaki harikalara kayıtsız kalması ve insanlığın bu boşvermişlik halinin devam etmesine...

Bu kişi, hem kendine ders olması hem de kendisinin ve çevresinin aynı akıbete maruz kalmaması için şu ayeti tekrarlarmış:

"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler." (Yusuf Suresi, 105)
Demek ki gerçekten insanlar, sadece yerdeki ayetlerin değil göklerdeki ayetlerin bile yanından geçebilecek kadar bilim ve teknolojide ilerleyeceklermiş... Ama, göklerdeki ayetlerin yanından geçerken bile, umursamazlık sergileyebileceklermiş...





Benim Adım: Fidan Diken


Günümüzde çevre konusu gerek bilim çevreleri gerekse sivil toplum kuruluşları tarafından gündemde tutulmaya çalışılıyor. Her ne kadar insanın ve diğer canlıların hayatının sağlıklı bir şekilde devamı habitatı korumamıza bağlı olsa da, gözden kaçan diğer bir nokta da insanların iman dünyasının da aynı çevreye bağlı olduğudur.



Kuran-ı Kerim'de geçen, doğaya referansta bulunan sayısız ayet varken ve Yüce Sanatkar bu yarattıklarını birer "ayet" olarak nitelerken, biz insanların doğa katliamına çıkması, Allah'a karşı saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu bağlamda, doğadan giderek kopan modern insan, aslında yaratıcısından da uzaklaşmaktadır. Beton binalar içerisine hapsolmuş bir dini hayatın canlılığı, bir ağaç heykelinin calılığından farksızdır. Bu açıdan, hem doğanın korunması hem de ondan kopulmaması adına hadislerde teşvikler görürüz:


"Herhangi bir müslümanın diktiği ağaçtan yenen, çalınan ve eksiltilen herşey onun için sadakadır." (Müslim, Kitab-ül Müsekat 7)
"Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen şey kıyamete kadar o kimseye sadakadır." (Müslim, Kitab-ül Musekat 10)

Bir insanın kendi ölümünden sonra bile sevap defterini açık tutacak böyle bir amel, gayet caziptir. Fakat, normal zamanlara ait bu hadislerin yanında bir de kıyametin kopması hengamesinde ağaç dikmekle ilgili bir hadis vardır. Kimsenin faydalanmayacağı, dolayısıyla ne o kişiye ne de bir başkasına kısa ya da uzun vadede hiç bir fayda vermeyeceği garanti olduğu halde neden fidan dikmek?
"Kıyamet koparken elinizde bir ağaç fidanı varsa ve onu dikebilecekseniz, onu dikin" (El Müfred, 479)
Aynı bağlamda incelenebilecek başka bir söz de, Peygamberimiz SAV zamanında yaşamış ve müslüman olmuş bir yahudi alimi olan Abdullah bin Selam'a ait:
"Sen palmiye fidanları dikmekle meşgulken Deccal'ın çıktığını duysan, işini aceleye getirip yarım bırakma, çünkü daha sonra insanlar ondan faydalanacaklardır." (El Müfred, 480) 
Abdullah bin Selam'ın bu sözünü daha iyi anlamanız ve fidan dikmenin önemini göstermesi açısından, Deccal fitnesi hakkında iki hadisi burada verelim:
"Âdem’den kıyamet kopuncaya kadar Deccal’dan daha büyük bir fitne yoktur." (Müslim 54/158)
"Hiçbir peygamber yoktur ki kavmini onun fitnesi hakkında uyarmamış olsun." (Buhari 92/74)
Yani, insanlık tarihinin en büyük fitnesi başınıza çökeceği hengamede kaçmak yerine, elinizdeki fidanı en güzel şekli ile dikmeniz, sizin için daha hayırlıdır. Çok enteresan değil mi?

Kıyamet kopuyor olsa bile, Deccal geliyor olsa bile elindeki fidanı dik!

Peki neden?

Cevap aslında gayet açık. Bir salih amelin yapılmasındaki temel neden, faydanın gerçekleşeceğine dair garanti değil, tanım olarak müslümanın salih amel işleyen ve dünyada huzuru ve iyiliği hakim kılmaya çalışan kişi olmasıdır. Bu şuna benzer; güneş, biz onun aydınlığından istifade etsek de etmesek de ışığını verir; çünkü o güneştir. "Eğer faydalanmayacaksanız, ışığımı vermiyorum" demez. Peygamberler de, "eğer insanlar kabul edecekse mesajımı ileteyim" gibi bir pazarlığa girmez, anlatacaklarını anlatırlar; çünkü onlar peygamberdir. Aynı şekilde bir müslüman, müslüman olduğu için iyilik yapar. İşte bundan dolayı da elinde fidanı olan bir kişinin eğer imanı kuvvetliyse, sonuçlara dair bir kaygı olmadan, işini tamamına erdirmeye çalışır.

Pekiyi, bir fidanın hayat bulması ve yeşermesi bu kadar önemlidir de, körpe dimağlarda imanın yeşermesi, gençlerin geleceğe dair ümitlerinin hayat bulması ondan daha az mı önemlidir? Evrene ibret nazarıyla bakıp, varlığın merkezinde olan "iman" işini gerçekleştirecek olan bireylerin yetişmesi, elbetteki çok daha önemlidir.

Dolayısıyla, kıyamet kopuyor olsa bile, insanlık tarihinin en büyük fitnesi başınıza çöküyor olsa bile, yeni fidanlar dikmeye devam ediniz. Çünkü siz, müslümansınız.






Thursday, November 10, 2016

Karikatür Krizleri Hakkında


Ya bir yerlerde müslümanlara atfedilen bir şiddet olayının ardından ya da öyle bir olay olmaksızın genel müslüman imajından dolayı, basılı medyada nahoş yayımlar çıkabiliyor. İslam'ı temsil ettiğini iddia eden azınlık grupların yaptıkları yıkımlardan dolayı hem barış dini olan İslam'ın imajı zedeleniyor hem de dünyanın her yerindeki müslümanlar hakkında önyargılar şiddetleniyor. Bu reel ve potansiyel tehlikeler karşısında, Kuran'a bakarsak, Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir." (Maide, 105)
Yani, var olan tehditleri savuşturmak ve gelecek olabilecek daha başka krizleri önlemek adına yapılacak en öncelikli şey, karşı atağa kalkmak değil, kendimizi düzeltmek. Eğer karikatür krizleri ardı ardına geliyorsa, demek ki müslümanlar olarak kendimizi düzeltmemekte ısrar ediyoruz, bu ayete göre. Haddi zatında, aynı noktaya referans veren bir başka ayette de, konuyu çok daha farklı noktalara bağlayan ipuçları görüyoruz:
"Allah'tan başka yalvarıp yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a söverler." (Enam. 108)
Yani, eğer sizin mukaddeslerinize o veya bu şekilde sataşılmasını istemiyorsanız, siz de başkalarının mukaddeslerine veya hayati değer verdikleri şeylere sataşmayın. Bu ayetin, yukarıda da dile getirilen ayetle ortak yanı anlaşılıyor. Ve bu bağlamda taşkınlıklara kapılıp daha fazla şiddet ve yıkım işleyen insanların yaptıklarının yanlışlığı aşikar hale geliyor. Fakat meselenin bir de derini var.

Olgun veya medeni müslüman olduğunu düşünen insanların karikatür krizleri sırasındaki tepkileri genelde şu eksendeydi: "İfade hürriyetine diyeceğimiz yok ama mukaddeslere laf etmek kabul edilemez." Yani, insanların veya basın kuruluşlarının bu noktada otosansür uygulamasını istiyorlardı. Peki bu istek, Kuran'la bağdaşıyor mu?



Öncelikle, müslümanlarla genel manada dalga geçen kafirlerle, Kuran da dalga geçiyordu. Mesela:
"Allah'ın ayetlerini inkar edip haksız yere peygamberleri öldürenlere, insanlardan, doğruluğu emredenlerin canlarına kıyanlara gelince: Onları elemli bir azapla müjdele." (Ali İmran, 21)
Bu ayetteki kelime sırası doğru okunursa aslında şöyle der: Müjdele onları, acı bir azapla. Dolayısıyla kafirlerin sözlü sataşmaları karşısında, "karşılıklı susturmaca" değil, aksine, şiddet içermemek kaydıyla sözlü atışma kapısı açık bırakılıyor. Bunun nedeni ne olabilir? Pek çok hikmeti olabilir ama bir tanesine ışık tutmak için şöyle bir enstantane düşünün. Trafikte gidiyorsunuz. Solunuzdaki araç hafifçe ilerleyip aniden önünüze kırıyor, ve işaret de vermeden aniden yavaşlayıp sağ tarafta bir sokağa giriyor. Şimdi bu anda, arabalardan çıkıp dövüşmek mi yoksa o sürücünün arkasından bir küfür savurmak mı daha ehven? Dürüst olun!



Aynı şekilde, her ne kadar hoş olmasa da insanların ifadelerine yansıyan bazı aşırılıklar, aslında gerçek şiddetin patlamaması için düdüklü tencerenin düdüğünün açılması gibi vazife görmektedir. Bu da, genel manada barışın korunması adına önemlidir. Yani, ana konuya dönersek, İslam adına işlendiği iddia edilen terör veya başka şiddet olaylarına maruz kalan toplumların karikatür veya başka yazılara yansıyan nahoş ifadelerini susturmaya çalışmak, her ne kadar medeni görüntüde de olsa, aslında doğru değil. Çünkü Kuran, ifade hürriyetinin kısıtlanması yönünde bir tavsiye sunmuyor bize.

Nasıl ki bir aile içerisinde ara sıra tartışmalar vs. olsa da en nihayetinde özür dileniyor ve sevgi tesis ediliyorsa sorun olmadığı gibi,  insanlık ailesinde de o veya bu nedenle gerçekleşecek ifade sataşmaları, susturulmamalı. Bunun yerine herkes o sataşmalara mahal veren davranışlarını düzeltmeye odaklanmalı ve insanlık ailesinin tekrar huzura kavuşmasına odaklanmalı.

En doğrusunu Allah bilir...





Sunday, November 6, 2016

Kaçınılmaz Başarı


Bir iş çıkışı alel acele hazırlanıp gidiyoruz, ailecek. Nereye mi? Okula. Çocukların okulunda gösteri var. Yavrucaklar hazırlanmışlar günlerce, biz veliler sevinsin diye. Onlarla beraber öğretmenleri de, yöneticileri de ekstra mesai yapmışlar, kendi ailelerine vakit ayıramamışlar. Biz veliler sevinelim diye.

Derken program başlıyor. Çocukların söyledikleri şarkılar, sene içinde farklı aktivitelerde çekilmiş fotoğraflar... Vakit güzel geçiyor. Derken, programın arasında, hem görevli çocukların dinlenmeleri hem de sonraki programlarına hazırlanmaları için ara veriliyor. Bu süreyi doldurmak için de okulun yetkililerinden biri konuşma yapmaya çıkıyor.


Alkışlarla sahneye çıkan yetkili, aynı zamanda veli de. Kendi çocuğu da o okulda okuduğu için, işine ekstra ihtimam gösteren sorumluluk sahibi biri. Uzun senelerdir okulun devam eden başarısı ve okul hakkında ifade edilen memnuniyetler de, onun bu gayretlerinin şahidi.

Konuşmanın bir yerinde saygıdeğer yetkili, öğrencilerin gerek derslerinde gerekse okul dışında girdikleri sınavlarda başarılı olmaları için ne gibi yoğun çalışmalar ve ne gibi stratejiler takip ettiklerini anlatıyor. Enine boyuna iyi çalışılmış ve alınan sonuçlarla da işe yaradığı kanıtlanmış bir yol izlediklerini anlatıyor. Kendimce bazı noktalarda eleştirilerim olsa da "o kadar kusur kadı kızında da olur" veya "zamanla onlar da hallolur" diyerek takılmıyorum. Tam o ara, yetkili ekliyor:
"Bütün bunları yapınca da başarı kaçınılmaz oluyor."
Bu cümleyi duyunca bir irkiliyorum, garipsiyorum. Geleceğe yönelik olarak bu kesinlikte bir cümlenin kullanılması doğru gelmiyor. Kafamda kırmızı alarmlar yanıp sönmeye başlıyor. Yanlış bir yönelişin erken işaretleri olarak yorumluyor ve kaygılanıyorum. Daha sonra program devam ediyor: şiir okumaları, jimnastik gösterileri.

Programı takip eden günlerde aynı konuyu düşünürken, şöyle bir yorum geliyor aklıma. "Onlar, bu işi profesyonel olarak yapan insanlar. Nasıl ki sen mühendis olarak, tabiat kanunlarını kullanıp dizayn yapıyor ve -şu şu koşullarda bu alet şu şekilde çalışır- diye net konuşabiliyorsan, onlar da eğitimin kanunlarını kullanıp başarıya giden bir yol dizayn ediyorlar. Buna dayanarak da öyle konuşuyorlar." Bu vardığım sonuç, beni teskin ediyor mantıksal olarak, ama yine de kullanılan ifadelerde içime sinmeyen bir şeyler var. Ne mi?

Her zaman konuşulan ama hayatın ne kadar içine sızdığı farkedilemeyen bir hastalığın belirtilerini görmek beni rahatsız ediyor: esbabperestlik. Kendimizce yaptığımız deneyler, edindiğimiz deneyimler neticesinde ortaya çıkan kalıplar ve metodlara teslim olmamız ve böylece "başarının kaçınılmaz olması". O metodlara teslimiyetimizin bizi istediğimiz sonuca götüreceğine olan sarsılmaz inancımız ve kendimizi başarının adresi olarak görmemiz. Sorulduğu zaman, "Allah'ın koyduğu kanunlar bunlar" dememiz ve ama sürecin ne başında ne sonunda Allah'ın yakınlığını hissetmememiz. Bunun yerine halkın takdirini, sınav sonuçlarını "doğruluğun ölçüsü" olarak görmemiz.


Vaktiyle Titanik, insanoğlunun yaptığı en büyük hareket eden nesneymiş. Batırılamaz tarzı söylentiler varmış. Ve ilk çıktığı yolculukta, hiç beklenmedik bir yerde beklenmedik bir şekilde buz dağına çarparak batmış. Titanik de Allah'ın kanunlarına uyularak yapılmıştı. O'nun kanunlarına uyularak yüzdürülmüştü. Ama iki artı ikinin dört etmesine çok alışık olsak da, o aslında bizim zannettiğimiz gibi bir kanun değil. Çünkü her seferinde beklediğimiz sonuç, gerçek zamanlı olarak bize rahmet eliyle veriliyor. Kanun diye isimlendirdiğimiz kalıplar, biz istemeyi bilelim diye var. Yoksa, rahmet elini robot koluna döndürelim diye değil.


Yakın tarihe bakınca Osmanlı da yıkıldı, Titanik de battı, Hindenburg zeplini de patladı, Hitler de öldü, Sovyetler Birliği de dağıldı, Challenger ve Columbia uzay mekikleri de param parça oldu ve kaçınılmaz zannedilen başarı da kaçılmaz hapse döndü. Süpernovalar, en büyük yıldızlardan oluştuğu gibi, evrenin mikrokopyası olan dünyada da en şatafatlı sonlar, en büyüklerden ortaya çıkıyor. Ve her son, yeni başlangıçların kilometre taşı oluyor. Bizzat içinde yaşadığımız evrenin kendisinin de bir süpernova sonrası olması gibi...