Thursday, January 26, 2017

Günahın Faydaları


TED konferansındaki "Hatalı Olmak Üzerine (On Being Wrong)" başlıklı konuşmasında Kathryn Schulz, bir soru ile açılış yapıyor. Orada bulunan insanlara soruyor, hatalı olmak nasıl hissettirir insana diye. Herkesten cevaplar geliyor: "utanç verici, küçük düşürücü, can sıkıcı, vs." Bu cevaplar üzerine Kathryn devam ediyor: "Evet, bunların hepsi geçerli ama sadece hatalı olduğunuzu anladığınız zaman..."

Bu girişten sonra da meşhur Road Runner çizgi filmindeki, ve başka çizgi filmlerdeki, sahneyi hatırlatıyor. Bir karakter diğerini kovalarken uçurumun kenarından koşup geçer ve havada koşmaya devam eder, ta ki boşlukta olduğunu anlayana kadar. O ana kadar hiç sorunsuz havada koşarken, boşlukta olduğunu farkeder etmez düşmeye başlar. İşte hatalı olmak, hatasının farkında olmayan insan için böyledir; yani haklı veya doğru olmaktan farksızdır. Boşlukta olduğunu anlayana kadar sorunsuz gider, ama anladığı an, geri dönüşü olmayan bir düşüş başlar.


Hayat içerisinde biz insanlar da farklı şekillerde günahlara girebiliriz. Fakat bir günahı, bizim bilincimizde günah yapan, onu gerçekten öyle tanıyıp ondan kaçınmamız, eğer bulaşırsak ondan kurtulmak için gösterdiğimiz heyecan ve gayrettir. Eğer bu bilinç, heyecan ve gayret yoksa, kendi bilincimiz itibariyle günah günah değildir. Yani günaha, günah diye bakmadığımız için, onu normal veya sevap diye görüyoruzdur.

Tabi ki bizim kendi iç dünyamız itibariyle yaşadığımız bu aldanma, günahın zararlarını sıfırlamaz. Biz farkında olmasak da o günahın zararları birikir, birikir. Eğer patlama noktası gelmeden farkına varıp geri adım atarsak, o zararlardan da kurtulmak veya en azından onları azaltmak mümkün olur. Ama patlama noktasını geçtiysek, bu farkındalık fayda getirmez. Uçurumun kenarını çoktan geçmişizdir çünkü...


Benim bahsetmek istediğim, iş işten geçtikten sonraki zamanlar değil. Onun öncesine ait iki ana soru etrafında kafa yormak istiyorum. İlki, helallerin haramlaşması haramların helalleşmesi gibi bir durumda, nasıl psikolojik ve sosyal koşullar bizi beklemektedir? İkincisi, gerçekten günah olan bir şeye bulaşırsak, bu halden minimum zarar ve maksimum fayda ile kurtulmak mümkün mü?

İnsanlar için gerçekten iyi olan şeyler, her zaman onların akıllarına, nefislerine veya gururlarına uygun gelmeyebilir (Bakara 2/216). Bu durumda oluşabilecek tepkilerden biri, insanın kendini değiştirme yoluna gitmesindense o "iyi" şeyi deforme etmesidir. Bunu da ya kişisel psikolojisi ile şuuraltından yapar ya da toplumsal olarak değeryargıları geliştirerek yapar: ayıp!, el alem ne der! rezil oluruz! insanların yüzüne nasıl bakarım! Aslında bu iki mekanizma, yani kişisel ve sosyal yargıların oluşturulması, iyi yönde de kullanılabilecekken şu an baktığımız durum için, kötü yönde kullanılmaktadır. Kendimize değiştirmemizi, geliştirmemizi  işaret eden hayat koşulları oluştuğu halde biz, devekuşu gibi kafamızı kuma sokup o koşulları görmezden geliyoruzdur. Peki sonra n'oluyor?

Aradan geçen zamanla birlikte, kültürel olarak insanların kendi rahatları ve nefsanî değeryargıları doğrultusunda oluşturdukları sosyal yapı ve bunu korumak için uyguladıkları sosyal baskı nedeniyle helallerin haramlaşması ve haramların helalleşmesi söz konusu oluyor. Ve sahneye çok sonradan çıkan bizlere, bazı şeylerin günah olduğu veya onlardan günahmışçasına kaçınmak gerektiği öğretiliyor. Dini açıdan baktığınızda ise bunların bir kısmı gerçekten öyle bir kısmı ise tamamen insanların kendi kültürlerine din kılıfı giydirmeleri. Bu durumda da, bizim günah zannettiğimiz bazı şeyler aslında helal olabilir.


Fakat o helalden, sanki günahmış gibi sakındığımızdan dolayı, ona karşı bir açlık geliştireceğizdir. Dahası, o "günaha" bulaştığımızda da, o fıtri açlığımız tatmin olduğu için aslında kendi kendimize yaptığımız zulümden geri adım atmış olacağız. Böylece, bu "günahtan" gördüğümüz faydadan ve onu takip eden rahatlamadan dolayı da "tevbe etmek" için içimizde ciddi bir pişmanlık hissetmeyeceğiz. Aksine, o "günahı" daha fazla yapmak isteyeceğiz. Dahası, o günah kisvesine sokulmuş helal, toplumdaki günahkar, ahlaksız veya sapık insanların elinde bir alet konumuna düştüğünden, onu daha fazla yapma isteğimiz bizi kötü insanların ağına düşürecek.

Özetlemek gerekirse, toplumsal değeryargılarının dini kıyafetler giymesi durumunda oluşan yapay dini olgular, bizi kişisel olarak ve toplumsal olarak Allah'tan uzaklaştırabilir. Böyle bir konuma düşmemenin veya kurtulmanın çaresi var mı? Meseleyi bu şekilde ifade edince, aslında başlangıçta ifade ettiğim ikinci soru ile, yani bir günaha bulaşınca minimum zararla veya maksimum fayda ile kurtulmak mümkün mü sorusuyla, eşanlamlı hale geliyor. Neden mi? Çünkü Allah'ın helal kıldığını haram kılmak (Maide 5/87, Tahrim 66/1, Araf 7/32) veya haram kıldığını helal kılmak (Tevbe 9/37, Bakara 2/275) bizatihi günahtır.


Günahı günah olarak kabul etmek, aynı zamanda öldükten sonra hesap gününe ve cennete-cehenneme inanmayı da beraberinde getirir; yoksa niye huzursuz olasınız ki? Kendini akıntıya kaptırmış olan bir insan, toplumsal normlara uygun olan ama günah olan bir iş yaptığında, kendini garip hissetmesi için hiç bir dış etmene maruz kalmaz. Böyle bir kişiye mesele hatırlatıldığındaysa, tabi eğer az da olsa imanı varsa, "bu devir böyle gerektiriyor, öyle şeyler geçmişte kaldı" mealinde bir cevap verecektir. Kendisine cehennem hatırlatıldığında ise, Allah'ın rahmetinden dem vuracaktır ya da topu taca atmak babından "karıştırma şimdi cehennemi, benim kalbim temiz; ben nice dindarlar tanıyorum ki..." karışımı bir şeyler döşeyecektir. Bunlar haddizatında yanlış şeyler de değildir. Allah kimseye taşıyamayacağı yük yüklemez (Bakara 2/286) ve güzel ahlak dinin özündedir (Muvatta, hüsnül halk 8). Fakat kişinin, bulunduğu çukuru kabullenmesi de makbul değildir (Yunus 10/7, Nisa 4/97).

Günahı günah olarak görmeyen için o bir bataklık olsa da, onu kurtulunması gereken bir şey olarak gören için de bir kurtuluş vesilesi olabilir. Zaten insanlar günah işlediklerinden ziyade tevbe etmediklerinde ağır yük altında kalırlar. Fizyolojik olarak da bir günaha bulaştığının farkında olarak günaş işleyen kişinin nabzı artar, vücudda adrenalin hormonu salgılanır, tam bir ya savaş ya sıvış (fight or flight) altyapısı oluşur. Sorun şu ki, eğer yaptığınız şey, toplumsal etkilerden dolayı haram kıyafetine sokulmuş bir helalse, sonradan içinizde bir zıtlık hissedersiniz. Bir yandan günah diyip uzak durmaya çalışıyorsunuz, bir yandan da aklınız, kalbiniz o tecrübeyi gözlüyor.

Bu yazıyı yazmaktan maksadım, dile getirdiğim soru ve sorunlara çözümler sunmak değil. Daha ziyade onların varlığını dile getirmek ve insanların bunların farkına varıp gerek kişisel dünyalarında gerekse kendi çevrelerinde bu mevzularda değişiklik ve yenilenme arayışına girmelerini sağlamak. Bununla beraber söylemeden edemeyeceğim bir mesele de yok değil.

Bugünlere gelişimizin arkasında olan ne gibi psikolojik ve sosyal olgular varsa, onlar kendilerini değiştirmedikçe kurtuluşumuzun reçetesi olamaz diye düşünüyorum. Zaten bu çukurdan çıkamayıp öğrenilmiş çaresizliğe gömülmemizin nedeni onlar. Bu bağlamda, Allah'la irtibat adına hayatında bir şey bulunmayan ilahiyatçılarla, şekilcilikten ve bağnazlıktan kurtulamayan dindarlarla ve her şeye mutlaka, net ve kesin bir fetva bekleyen bizlerle bu işin içinden çıkılabileceğini sanmıyorum. Doğrusunu Allah bilir.







Tuesday, January 24, 2017

İnek


Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken evrenin derinliklerinde insanlarla ineklerin ortaklaşa yaşadığı bir memleket varmış. İnekler çok çalışıp sürekli insanlar için bir şeyler üretirken insanlar da onlardan aldıkları ürünlerle rahat bir hayat sürermiş. Rahatlarının bozulmadan devam etmesi için de ineklerin çalışıp bir şeyler üretmesi için çiftlikler kurup, onların yemeklerini verirlermiş. İnekler de üretmeyi seven varlıklar oldukları için, emeklerinin karşılığını alıp almadıklarına bakmaksızın canla başla çalışırlarmış.


İnsanlar arasında kimileri sadece kendi rahatını düşünürken azınlık da olsa kimisi de inekleri düşünürmüş ve onların hayat şartlarının ve iş yüklerinin daha kabul edilebilir hale getirilmesi için gayret gösterirlermiş. İneklerin hayatları boyu süt ve gübre üretimi için nasıl ağır mesai yaptıklarını ve iş göremez hale geldiklerinde de kesimhanelerde et, kemik ve derileriyle insanlara fayda sağladıklarını, insanlar için böyle fedakârca çalışan bu varlıkların daha iyi muameleyi hak ettiğini anlatırlarmış. Ne var ki, rahata alışmış olan insanlar, bu anlatılanları masal gibi dinler, “onları bize hizmet etsinler diye biz yetiştiriyoruz zaten; bir de onların hizmetçisi mi olacağız” deyip geçerlermiş.

Gel zaman git zaman inekler, başka memleketlerde çok daha iyi büyüme, çoğalma ve çalışma şartları olduğunu öğrenmişler. Köle gibi kullanıldıkları bu yerde sürünmeye devam edip en nihayetinde de vahşice katledilmektense, diğer memleketlerdeki gibi ineklik onuruna yaraşır bir şekilde muamele görmeyi arzulamışlar. Bir müddet sonra da birer birer o memleketlere göç etmeye başlamışlar. Giden ineklerin iyi hallerini öğrendikçe, giderek daha fazla inek terk etmiş doğdukları memleketi. Bu gidişler öyle bir hal almış ki inekler daha danayken bile, o diğer memleketlerin hayalini kurar hale gelmişler. Onların bu hevesleri de, çiftliklerde maruz kaldıkları onur kırıcı ve bencilce muamelelerle daha da kızışmış.


Aradan yıllar geçmiş. İneklerin doğup büyüdükleri memleketteki inek sayısı iyice azalmış. Kalanlar da zaten zayıf, fazla ürün vermeyen, fazla çoğalamayan hatta ineklik onuruyla falan da ilgileri olmayan zavallılarmış. İşte tam o sıralarda, kaliteli ineklerin onurlu bir yaşama kavuşmak için göç ettiği memleketteki insanlar, inek haklarının çiğnendiği, onların asıl doğup büyüdükleri memleketi işgal etmiş. Çok kanlı savaşlar olmuş. En nihayetinde de inek sermayesi az olan ineklerin anayurdu, savaşı kaybetmiş. İşgalci insanlar, ağır şartlarda bir anlaşma imzalatarak ineklerin anayurdunu serbest bırakmışlar.

Bu yenilginin ardından, ineklerin memleketindeki insanlar düşünmüşler, biz niye savaşı kaybettik diye. Tabi ki göze ilk çarpan etmen, ineklere karşı gösterilen tutum ve bundan kaynaklanan inek sermayesinin düşüşü. Böylece kafalarına dank eden insanlar, yememişler içmemişler, tekrar inek dostu bir diyar olmak için çalışmışlar; yeter ki kaliteli inekler geri dönsün, asıl memleketlerinde büyüsünler, çoğalsınlar ve ürün versinler.


Bilge inekler, olanları bir süre takip etmişler ve demişler ki “bu insanlar bizi gerçekten sevip sayıyor değiller; onlar sadece eski rahatlarına kavuşmak istiyorlar; buna kavuşunca da bizi yeniden sömürüp keseceklerdir.” Bu söz, başlangıçta rağbet görse de uzun vadede ineklerin memleket özlemi ağır basmış, ve birer birer dönmeye başlamışlar. Aradan kısa zaman geçtikten sonra da ineklerin anayurdu tekrar kalkınmaya başlamış.

Biraz rahata kavuşunca insanlar, kendi açlıklarını hatırlamışlar. İnek dostu memleketlerde iyice gelişip serpilmiş ve şimdi geri dönmüş olan semiz ineklerin, mükemmel menülere malzeme olacağının hayalini kurmuşlar. “Bugüne kadar onları biz yetiştirdik, meyvesini hep başkaları yedi. Yeter artık. Biraz da biz faydalanalım bu ineklerden…” demişler. Ve inek katliamı başlamış yeniden…

Kendi memleketlerine hizmet sunmak isteyen inekler, bilge ineklerin uyarısını hatırlamışlar: “bu insanlar bizi gerçekten sevip sayıyor değiller; onlar sadece eski rahatlarına kavuşmak istiyorlar; buna kavuşunca da bizi yeniden sömürüp keseceklerdir.” Fakat iş işten çoktan geçmişmiş. Üzülmüşler, süzülmüşler. Yeniden zayıf ve bir işe yaramaz hale gelmişler.


Tam o sırada, ineklerin hiç beklemediği bir şey olmuş. Daha önceden anayurtta kalan şahsiyetsiz inekler, bir yaygara çıkartmış: “inekler olarak başımıza gelenleri hak ediyoruz; elin memleketine gidince her türlü elimizden geleni esirgemiyoruz, ineklerin anayurdu olan kendi memleketimize gelince tembellik ediyoruz; bu ihanetin elbette bir bedeli olması lazım.” Ve böylece o eski inekler ve bazı insanlar, inek dostu memleketlere gidip inekleri cezalandırılmak üzere geri istemişler. Ne var ki bu istekler, “bizim ineklere ihtiyacımız var” denilerek reddedilmiş. Onlar inekleri alıp cezalandırmak için ısrar ettikçe, inek dostu memleketleri daha fazla sinirlendirmişler.

En sonunda, kendi ellerinde kaliteli inek kalmayan ineklerin anayurdu, yeniden zayıf düşmüş. Hem de bu sefer, insanların yaptıkları ikiyüzlülük ve inek dostu memleketlerde uyandırdıkları kızgınlıklar da cabası. Gün geçtikçe açlık ve sefalet yayılmaya başlamış. İşin kötüsü, gübre yokluğundan, memleketteki yeşillik de azalmış ve havasızlık baş göstermiş. Birer birer insanlar ölmeye başlamış. Kimse de dönüp yüzlerine bakmamış.

İneklerin anayurdu böylece yeniden, ineklik onuruna saygılı ve inek dostu insanların eline kalmış. İnekler ve insanlar orada, o zamana kadar görülmemiş güzelliklere ev sahipliği yapacak bir memleket inşa etmişler. Masalımız da burada bitmiiş…








Friday, January 13, 2017

Sütlaç ve Sigara Duaları


Farklı farklı dualar vardır. Bazısı bir işe başlarken yapılır, binek duası gibi:
"Bunu hizmetimize veren Allah’ın şanı yücedir. Bunlara bizim gücümüz yetmezdi." (Zuhruf 43/13)

Bazı dualar, bir işi bitirince yapılır, yemek duası gibi:
"Bizi yediren, içiren ve müslüman kılan Allah'a hamdolsun." (Ebu Davud 28/115)

Bazı dualar, bir şeyin gerçekleşmesi için yapılır, ilim öğrenmek için yapılan dua gibi:
"Rabbim! İlmimi arttır" (Taha 20/114)

Bazı dualar, bir şeyin gerçekleşmemesi için yapılır, hidayete erdikten sonra sapıtmamak için yapılan dua gibi.
"Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin." (Ali İmran 3/8)

Şimdi sütlaç duası da ne ola? Veya sigara duası? Canın çok sütlaç veya sigara çektiğinde okunacak dua mı? Sütlaç yerken veya sigara içerken okunacak dua mı? Bitirince okunacak dua mı? Veya sigarayı bırakma duası mı? Hayır, bunların hiç biri! Hatta bizim tarafımızdan yapılan bir dua bile değil bunlar. Bizzat sütlaçın duası, bizzat sigaranın duası. Takdim ediyorum:
SÜTLAÇ DUASI: "Allah'ım, beni yiyenlerin kemiklerine sağlamlık ver, kaslarına zihnine enerji ver, içlerine mutluluk, yüzlerine gülümseme ver. Vücutlarındaki fazla ağırlıklardan onları kurtar. Yüzlerine güzellik ver. Bağışıklıklarını güçlendir. Amin"
SİGARA DUASI: "Allah'ım, beni içenin içini ısıt, keyiflendir, dertlerini yatıştır. Onu bu dünyada fazla yaşatıp imtihanını uzatma. Ölümden ürkmemesi için de onu dünya hayatına küstür, yüzünden güzelliği al, sesinden yumuşaklığı çıkart, nefesine darlık ver, kalbinden feri çek, midesini kendine düşman et, soyunu kurut, görüşünü kısalt. Bunlar olurken çökmemesi için de yatıştırıcı olarak beni ondan ayırma. Amin."

Benzer dualar, aslında her türlü tüketim maddesi için söz konusudur. Onların bu duaları bazen hemen kabul olur, bazen uzun vadede kabul olur veya bazen de hiç kabul olmaz, ahirete bırakılır. Genele bakıldığında onların duaları yukarıda aktarıldığı şekildedir ve genellikle er ya da geç kabul olur, ama bir kişi özelinde durumun nasıl olacağına dair belirsizlikler vardır. Bu da, her kişi için belirlenen imtihan senaryosu ve Rabb'i ile ilişkisinin benzersiz olmasındandır. Mesela yıllar boyu sigara içip hiç bir negatiflik yaşamayan insanlar da olur, ama genel olarak sigara içenlerde görülen hastalıklar, sigaranın duasının umumiyetle kabul olduğunu göstermektedir.


Aynı şekilde insanlar olarak bizim de dualarımız vardır. Bunlar bazen kısa vadede bazen uzun vadede kabul edilir. Bazen de sonuç ahirete bırakılır. Fakat her halükarda mutlaka gerçekleşen bir şey vardır, o da dua edenin duasına anında cevap verilir:
"Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm." (Bakara 2/186)
Bazen iyi zannettiğimiz şeyler için yatar kalkar dua ederiz, ama bilmeyiz ki o aslında o bizim için kötüdür. Ve dualarımıza cevap verilmiyor diye de hayıflanırız:
"Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara 2/216)
"İnsan hayra dua eder gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir." (İsra 17/11)
"Gerçekten işin sonu senin için başından daha iyi olacaktır." (Duha 93/4)
"Sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır." (Kasas 28/83)
Madem bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna dair nihaî bilgiye sahip değiliz, o zaman dua etmeyecek miyiz? Elbette ki hayır. Bize bildirilene göre dua edeceğiz, ama isteğimizin aynıyla ve istediğimiz zamanda gerçekleşmesi hususunda cahilce ısrarcılığa girmeyeceğiz:
"De ki: “Sizin acele istediğiniz azap şayet benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu.” Allah, zalimleri daha iyi bilir." (Enam 6/58)
"De ki: 'Rabbim, eğer vaadolunan şeyi bana gösterecek isen, Rabbim, öyleyse beni zalimler kavmi içinde bırakma.' Ve muhakkak ki Biz, onlara vaadettiğimiz şeyi sana göstermeye elbette kâdir olanlarız. Seyyiati (kötülüğü), en güzel olanla yok et. Biz, (onların) vasıflandırdıklarını en iyi biliriz. Ve “Şeytanların kışkırtmalarından (vesveselerinden) sana sığınırım.” de. “Ve Rabbim, (şeytanların) benim yanımda bulunmalarından sana sığınırım.”" (Müminun 23/93-98)
"Onların başına öyle ezici sıkıntılar ve darlıklar geldi ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve onunla beraber iman edenler, 'Ne zaman Allah'ın yardımı?' diyecek hale geldiler. Bak, işte Allah'ın yardımı yakındır." (Bakara 2/214)








Monday, January 9, 2017

De Profundis


Altıncı His filmindeki çocuğun içinden geçirdiği dua, tam ihlasla Rabb'ine yönelen bir kalbi yansıtması açısından manidardır. Bu cümle, Mezmurlar'ın (Psalms) 130. kısmının başlangıcıdır:

De Profundis, clamo ad te domine (Latince)
Out of the depths, I have cried to You, O Lord (İngilizce)
Derinliklerden Sana sesleniyorum, ya Rab (Türkçe)


Kuran'da, örneğin Yunus AS'ın duasının geçtiği ayetteki içtenlik de aynı duyguları yaşatır insana:
"Derken karanlıklar içinde, “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum” diye dua etti." (Enbiya 21/87)
Gerek Mezmurlar'da geçen ifade gerekse Enbiya Suresi'nde geçen betimleme, Allah CC'nun Kendisini tarif ettiği şu ayetteki özelliği resmetmektedir:
"Kendisine dua ettiği zaman zorda kalmışa cevap veren ve başa gelen kötülüğü kaldıran" (Neml 27/62)
Buraya kadar Eski Ahit ve Kuran'dan bilgilerin beraber sunulması sizi huzursuz etti mi? Eğer ettiyse merak etmeyin, yalnız değilsiniz. Bu şekilde eski kutsal metinlere atıf yapıldığı zaman, pek çok kişinin tüykeri diken diken olur. Hatta bazıları hemen, "ne o? din mi değiştiriyorsun?" tarzında bir panik-atak semptomu gösterirler. Fakat dikkatlerden kaçan bir husus vardır. "Evinizi seviyorsunuz, sigortalıyorsunuz; arabanızı seviyorsunuz, sigortalıyorsunuz; beni sevmiyor musunuz?" örneğinde olduğu üzere, "imanın şartlarını güzel güzel sayarken defalarca kitapLARa imandan bahsediyorsunuz, ama o imanın gereği olarak ne yapıyorsunuz" sorusunun cevabı boş bir sessizliktir.

Tamam, eski kitapların orijinali kaybolmuş; tamam, insan sözü karışmış, vs. vs. Ama elinizde Kuran ve hadis gibi iki mihenk varken, neyin ne olduğuna dair bir şeyler kestirmek çok da zor değildir. Bu, şuna benzer; yeraltından, içinde demir mineralleri olan bir toprak çıkartıyorsunuz ve "saf demir" çıkmadığı için o toprağı atıyorsunuz. Veya yerin binlerce metre altına kuyu kazıyorsunuz ve ulaştığınız yerde milyarlarca litrelik mahzenlerde rafine petrol depolanmış olmadığı için her şeyden vazgeçiyorsunuz.


Meseleyi mantıksal taraftan biraz daha dramatik tarafa çekmek gerekirse, alemlerin Rabb'inin gönderdiği mesajlar, bir cevher, bir öz olarak o eserlerde gizli ve "kitaplara iman" rüknünün gereği olarak onları bulmaya odaklanmak gerekirken tamamen boşveriyoruz. Yoksa kitapLAR'a imanımız, peri masallarındaki olaylara imanımızdan öteye geçmiyor mu? Gerçi bizzat Kuran'ı okuma-anlama hususunda sınıfta kalan insanlar için diğer kutsal kitaplardan bahsetmek, saçmalık... Ne de olsa ancak "bilenler" Allah'tan korkar ve "cahiller" başka şeylerden korkar:
"Kulları içinde ancak alimler, Allah’tan (gereğince) korkar." (Fatır 35/28)
Eğer içinizde böyle önyargılar yoksa veya onların üzerine gitmeye karar verdiyseniz, sizi başta bahsettiğim 130. Mezmur'un tamamını okumaya davet ediyorum:

Derinliklerden Sana sesleniyorum, ya Rab,
Sesimi işit, ya Rab,
Yalvarışıma iyi kulak ver!

Ya Rab, sen suçların hesabını tutsan,
Kim ayakta kalabilir, ya Rab?
Ama sen bağışlayıcısın,
Öyle ki senden korkulsun.

Rab'bi gözlüyorum,
Canım Rab'bi gözlüyor,
Umut bağlıyorum O'nun sözüne.
Sabahı gözleyenlerden,
Evet, sabahı gözleyenlerden daha çok,
Canım Rab'bi gözlüyor.

Ey İsrail, Rab'be umut bağla!
Çünkü Rab'de sevgi,
Tam kurtuluş vardır.
İsrail'i bütün suçlarından
Fidyeyle O kurtaracaktır.


Başta, ilk kıtada geçenlerle paralel manası olan bir kaç ayete değinmiştik. İkinci kıtada geçenler de, bir başka ayetle benzer manaları tüllendirmektedir:
"Eğer Allah, insanları kazandıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yerkürenin sırtında hiçbir canlı bırakmazdı. Ne var ki, onları belirli bir süreye kadar erteliyor. Nihayet süreleri gelince, (gerekeni yapar). Çünkü Allah, kullarını hakkıyla görmektedir." (Fatır 35/45)
Bir başka benzerlik de üçüncü kıtadan:
"Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sabit bir sözle sağlamlaştırır" (İbrahim 14/27)
Ve son olarak da son kıtayla kafiyeli olan bir ayet:
"De ki: 'Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.'" (Zümer 39/53)
Benzer şekilde karşılaştırmalı okumalar, hem kişisel dünyalarımız hem de bütün insanlık için faydalı dersler alınmasına vesile olabilir. Tabi eğer kitapLARa ve peygamberLERe inanıyorsak ve kendinden korkulmaya tam layık olanın sadece Allah olduğuna kânî isek...







Wednesday, January 4, 2017

Görmek ya da Görmemek


Dünya hayatını imtihan haline getiren unsur, gördüklerimizin perdelediği şeylerdir; yani göremediklerimizdir. Kuran'da pek çok defa müminler tasvir edilirken, onların Allah'a ve gayba iman etmeleri belirtilir (örneğin Bakara 2/4). Yani, onlar, ne Allah'ı ne cenneti ne de cehennemi görmedikleri halde görmüş gibi yaşarlar. Fakat bu "herkese malum" mevzuun bir de herkese görünmeyen yanı var.


Biz insanlar olarak gördüğümüz şeyleri, bir kurala, formüle oturturuz. Sonra da ona karşı bir alışkanlık geliştiririz. Her gün güneş doğup battığı gibi, mevsimsel değişiklikler olduğu gibi, az da olsa çalışmanın kazanca önşart olduğu gibi, vs. Atasözleri de zaten böyle gözlemlerden türemiştir. Geleceğe yönelik bir takım tahminlerde bulunmamıza olanak sağlayarak önümüzdeki belirsizlikleri dağıtan ve daha önemlisi, içinde bulunduğumuz koşullara ve bizi biz yapan her şeye bir mânâ vermemize yarayan bu özelliğimiz aklımızdır. Görmek dediğimiz şey, sadece gözle değil, en geniş şekli ile aklımızla yapılır. Ne var ki aklımızın da görebildikleri, önceden gördüğü kalıplar ile sınırlıdır.


Mesela, bir insan veya hayvan için kalbinin durması, ölümüne nedendir. Yakın zamanlarda ölümün tanımı, beyin ölümüne endekslenmiştir. Bir insanın kalbinden ve beyninden bir canlılık belirtisi almadığınız zaman, o ölmüştür. Bunun istisnası yok mudur? Elbette tıp alemi mucizelerle dolu olduğu için istisnası da vardır ama, adı üstünde, onlar istisnadır. Öldü diye morga kapatılan veya mezara gömülen, bir-iki gün sonra canlı olduğu anlaşılan insanlar olmuştur. Fakat bu durumları genelleyemediğimiz için, bu mucizeler mucize olarak kalmaktadır. Eğer bir gün, insanın canlılığına dair başka keşifler olursa, insanın hayat katmanlarından yeni bir katman keşfedilirse, o zaman, bugünün koşullarına göre öldü teşhisi konan insanların nasıl "canlandığına" şahit olabilirsiniz.


Bu bağlamda bir örnek, Kuzey Amerika'daki bir Ağustos Böceği türünün hayat döngüsüdür. Bu böcekler, Ağustos ayı civarında yeri göğü dolduracak kadar çoğalır, her yer onlarla dolar. Topu topu bir ay yaşadıktan sonra ölürler. Geriye sadece yumurtaları kalır. Bu yumurtalar da 13 sene boyunca bir daha açılmaz. Daha bir hafta önce her yer onların vızıltısıyla inleyen böcekler, efsanevi bir şekilde ortadan kaybolur. Şimdi, farzedelim ki dünyada bu böcekler hiç bilinmiyor ve onları ilk defa gören ve üzerlerinde çalışmak isteyen bir bilim insanı var. Bu kişinin aklı, o zamana kadar sadece senelik hayat döngülerine şahit olmuştur. Bilim insanımız, ertesi sene Ağustos ayında böceklerin tekrar çıkmasını bekleyecektir, ama nafile. Belki ertesi sene? Yine nafile. Ertesi sene? Bu sefer de olumsuz. En nihayetinde, değerli bilim insanımız, bu böceklerin soyunun tükendiğine hükmedecek, ve onların soyunu tüketen muhtemel nedenlerle alakalı makaleler yazacaktır. Ve onun bu gözlem ve çalışmaları, daha on sene boyunca geçerliliğini koruyacaktır. Fakat, aradan 13 sene geçince, sevgili böceklerimiz yumurtalarından yeniden ortaya çıktığında, bilim insanımızın kafasında paradigmalar sarsılacak ve her şeyi yeniden tanımlamaya ve yeniden yorumlamaya başlayacaktır.


Bütün bunları niye konuşuyoruz? Çünkü aklımızın öngörebildikleri, onun kütüphanesindeki kalıplarla sınırlıdır ve o kütüphanenin dışındaki kurallara göre cereyan eden hadiseler, aklımız için gaybtır, yani görünmezdir, irrasyoneldir, delicedir. Nitekim, her ne kadar canlılar aleminde aklın timsali olarak resmedilsek de, biz insanların yaratılışı da birilerine göre irrasyoneldi!?!?

İnsanlar yaratılmadan önce Allah CC meleklerine yeryüzünde bir halife yaratmak istediğini bildirdiğinde melekler O'na, "Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz." demişlerdi (Bakara 2/30). Yani, saygılı bir şekilde, melekler,  Allah'ın bu işindeki hikmeti göremediklerini belirtmişlerdi. Aldıkları cevap neydi, pekiyi? "Muhakkak ki Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim".

Bu ayet ekseninde, konumuzla alakalı düşünülmesi gereken bir kaç nokta var. Öncelikle bazı alimler, bu ayete dayanarak yeryüzünde insanlardan önce cinlerin var olduğunu öne sürüyorlar. Bu söylemin kendine göre haklılık tarafı olabileceği gibi eleştirilebilecek yönleri de söz konusudur. Mesela, haklılık açısından bakılırsa, "melekler, yeryüzünde kan dökme olayına önceden şahit olmuş olmalılar ki insanın haberi kendilerine verildiğinde aynı olaylardan endişeleniyorlar" görüşü belirir. Bu görüşe göre de insandan önceki yaratıkların cinler olduğu öne sürülür. Ne var ki Rahman Suresi'nde, cinlerin saf ateşten yaratıldığını öğreniyoruz. Bu ifadeyi enerji, dumansız ateş, gibi farklı şekillerde çevirenler var. Fakat mesele şu ki, kan dökülmesi için vücudunda kan dolaşan canlılar lazım, ateşten/enerjiden değil!! Pekiyi, o zaman melekler kan dökülme olayını nerede gördü? Alın size işte irrasyonel bir öneri: ihtimal ki evrende başka yerlerde üstünde insanlar yaşayan başka dünyalar var ve meleklerin bahsettikleri olaylar orada oldu. Bu yorum, eğer çok uçuk geliyorsa, bu yorumu destekleyebilecek sahih hadisler olduğunu da belirteyim (1, 2). Doğrusunu Allah bilir.


Yukarıdaki ayetle alakalı ikinci bir nokta, yapılacağı haber verilen işte bir hikmet göremeyen meleklerin şaşırması ve "biz zaten her şeyi yapıyoruz; başkasına ne gerek var?" mealinde bir cevap vermeleri. Bundan dolayı da zaten kendilerine, bilgilerinin, yani görebildiklerinin, sınırlı olduğu söyleniyor. Hz Adem AS'a ve meleklere bazı şeylerin adının sorulması hadisesi vesilesiyle de insanın yaratılmasına dair hikmetin işaretleri gösterilince melekler, kendileri için gayb olana iman ettiler ve Allah'a sığındılar. Şeytan ise, gayba iman etmedi, ilmin ve hikmetin kendi gördüklerinden ibaret olduğu noktasında ısrar etti ve isyan etti.

Buraya kadar anlatılanlar, dünyadaki serencamemiz başlamadan evvel cereyan etti. Ne var ki, dünyada yaşayan biz insanlar için de aynı noktada imtihanlar söz konusu. Yani mutlak hikmet sahibi olan ve her yaptığı hikmetli olan Allah'ın takdirlerinde, biz insan aklının görebildiği ve göremediği noktalar olabilmekte. Bir hikmet göremediğimiz durumlarda ise vakit geçtikçe, isyan damarlarımız kabarmakta. Zannetmeyin ki bu hal, sadece bizim gibi normal insanlar için geçerli. Aynı durum, peygamberler için bile geçerli!

Hz. Musa AS, kendisine inanan azınlıkla birlikte Allah'a tevekkül etmesi emrini almasının ardından, Firavun ve onun etrafındakilerin başına felaketler geleceğini beklemektedir. Çünkü Allah'ın zalimleri iflah etmeyeceğini bizzat Allah'ın Kendisi ona bildirmektedir. Ama bir türlü o helak gerçekleşmemektedir. Ve böylece de, Firavun'dan korkan insanlar, Hz Musa'nın getirdiği ilahî mesaja rağbet etmemektedir. Mantıka aykırı olan bu durumdan dolayı Hz Musa'nın aklı feryad eder: "Allah'ım, bu nimetleri onlara, insanları saptırsınlar diye mi verdin?" Ama yine de isyan etmez, istikamet ve takva içerisinde duaya devam eder. Yani gayba iman eder.


Hz Musa AS ve Hızır AS arasındaki macera da bu bağlamda incelenmeye değer bir başka konudur. İlgilenenler, Kehf Suresinin 60-82 ayetleri arasını ve tefsirini okuyabilir.

Buraya kadar olan incelememizi, şimdi en esaslı bir noktaya bağlayacağız. Müslüman olmak için şehadet kelimesini getirmek gerek deriz, öyle değil mi? "Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed O'nun kulu ve elçisidir." Şahitlik etmek, gördüğünüz şeyler için olur. Aranızda Allah'ı gören var mı? Veya Cebrail'in vahiy getirdiğini? Bunlar bizim için gaybtır. Ama tam da bunlar için şahitlik etmemiz isteniyor! Demek ki o gerçekleri "görmemiz" gerekiyor. Nasıl göreceğiz? Akıl ve kalb gözüyle, elbette. İmtihan sırrı da tam burada ortaya çıkıyor işte. Aklımızla gördüğümüz şeyler üzerinden iman etmek, tamam ama, aklımıza zıt görünen, hikmeti anlaşılamayan hadiseler karşısında imanımız sarsılmaz mı? Tabi ki sarsılabilir. Ama bu şekilde Allah CC, bizlere zayıflıklarımızı bildiriyor, iman edebilmemizin ve imanımızı koruyabilmemizin bile O'nun rahmeti ile mümkün olduğunu, eğer bizi zorlasa, kırılabileceğimizi hissettiriyor; ve böylece tam bir tevekkülle O'na yönelmemizi ve O'ndan yardım istememizi istiyor:
"Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize." (Bakara 2/286)
Aynı bağlamda şehitlik kavramı da farklı bir manaya kavuşuyor. Şehitlik, Allah'ın varlığına ve birliğine şahitlikte üstün bir makamdır, çünkü bu yolda canını vermiştir o kişi. Ne var ki bu mana, meselenin sadece bir yönüdür. Hadislerde, şehitliğin farklı mertebeleri olduğu bildirilir. Benzer şekilde Kuran'a bakıldığında, bakın aynı mevzuda ne deniyor:
"Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahibleri, O'ndan başka tanrı olmadığına şahidlik etmişlerdir. O'ndan başka tanrı yoktur, O güçlüdür, Hakim'dir." (Ali İmran 3/18)
Herkes alim değildir ama herkes kendine göre ilim sahibidir. Hak ve adalet üzere dimdik duran ilim sahipleri de, fonksiyonel olarak şehitliğin manasına sahip olmaktadırlar yani, ölmelerine gerek olmadan.
"Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir." (Suyûti, el Câmiu’s Sağir, 2/371)