Wednesday, January 4, 2017

Görmek ya da Görmemek


Dünya hayatını imtihan haline getiren unsur, gördüklerimizin perdelediği şeylerdir; yani göremediklerimizdir. Kuran'da pek çok defa müminler tasvir edilirken, onların Allah'a ve gayba iman etmeleri belirtilir (örneğin Bakara 2/4). Yani, onlar, ne Allah'ı ne cenneti ne de cehennemi görmedikleri halde görmüş gibi yaşarlar. Fakat bu "herkese malum" mevzuun bir de herkese görünmeyen yanı var.


Biz insanlar olarak gördüğümüz şeyleri, bir kurala, formüle oturturuz. Sonra da ona karşı bir alışkanlık geliştiririz. Her gün güneş doğup battığı gibi, mevsimsel değişiklikler olduğu gibi, az da olsa çalışmanın kazanca önşart olduğu gibi, vs. Atasözleri de zaten böyle gözlemlerden türemiştir. Geleceğe yönelik bir takım tahminlerde bulunmamıza olanak sağlayarak önümüzdeki belirsizlikleri dağıtan ve daha önemlisi, içinde bulunduğumuz koşullara ve bizi biz yapan her şeye bir mânâ vermemize yarayan bu özelliğimiz aklımızdır. Görmek dediğimiz şey, sadece gözle değil, en geniş şekli ile aklımızla yapılır. Ne var ki aklımızın da görebildikleri, önceden gördüğü kalıplar ile sınırlıdır.


Mesela, bir insan veya hayvan için kalbinin durması, ölümüne nedendir. Yakın zamanlarda ölümün tanımı, beyin ölümüne endekslenmiştir. Bir insanın kalbinden ve beyninden bir canlılık belirtisi almadığınız zaman, o ölmüştür. Bunun istisnası yok mudur? Elbette tıp alemi mucizelerle dolu olduğu için istisnası da vardır ama, adı üstünde, onlar istisnadır. Öldü diye morga kapatılan veya mezara gömülen, bir-iki gün sonra canlı olduğu anlaşılan insanlar olmuştur. Fakat bu durumları genelleyemediğimiz için, bu mucizeler mucize olarak kalmaktadır. Eğer bir gün, insanın canlılığına dair başka keşifler olursa, insanın hayat katmanlarından yeni bir katman keşfedilirse, o zaman, bugünün koşullarına göre öldü teşhisi konan insanların nasıl "canlandığına" şahit olabilirsiniz.


Bu bağlamda bir örnek, Kuzey Amerika'daki bir Ağustos Böceği türünün hayat döngüsüdür. Bu böcekler, Ağustos ayı civarında yeri göğü dolduracak kadar çoğalır, her yer onlarla dolar. Topu topu bir ay yaşadıktan sonra ölürler. Geriye sadece yumurtaları kalır. Bu yumurtalar da 13 sene boyunca bir daha açılmaz. Daha bir hafta önce her yer onların vızıltısıyla inleyen böcekler, efsanevi bir şekilde ortadan kaybolur. Şimdi, farzedelim ki dünyada bu böcekler hiç bilinmiyor ve onları ilk defa gören ve üzerlerinde çalışmak isteyen bir bilim insanı var. Bu kişinin aklı, o zamana kadar sadece senelik hayat döngülerine şahit olmuştur. Bilim insanımız, ertesi sene Ağustos ayında böceklerin tekrar çıkmasını bekleyecektir, ama nafile. Belki ertesi sene? Yine nafile. Ertesi sene? Bu sefer de olumsuz. En nihayetinde, değerli bilim insanımız, bu böceklerin soyunun tükendiğine hükmedecek, ve onların soyunu tüketen muhtemel nedenlerle alakalı makaleler yazacaktır. Ve onun bu gözlem ve çalışmaları, daha on sene boyunca geçerliliğini koruyacaktır. Fakat, aradan 13 sene geçince, sevgili böceklerimiz yumurtalarından yeniden ortaya çıktığında, bilim insanımızın kafasında paradigmalar sarsılacak ve her şeyi yeniden tanımlamaya ve yeniden yorumlamaya başlayacaktır.


Bütün bunları niye konuşuyoruz? Çünkü aklımızın öngörebildikleri, onun kütüphanesindeki kalıplarla sınırlıdır ve o kütüphanenin dışındaki kurallara göre cereyan eden hadiseler, aklımız için gaybtır, yani görünmezdir, irrasyoneldir, delicedir. Nitekim, her ne kadar canlılar aleminde aklın timsali olarak resmedilsek de, biz insanların yaratılışı da birilerine göre irrasyoneldi!?!?

İnsanlar yaratılmadan önce Allah CC meleklerine yeryüzünde bir halife yaratmak istediğini bildirdiğinde melekler O'na, "Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz." demişlerdi (Bakara 2/30). Yani, saygılı bir şekilde, melekler,  Allah'ın bu işindeki hikmeti göremediklerini belirtmişlerdi. Aldıkları cevap neydi, pekiyi? "Muhakkak ki Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim".

Bu ayet ekseninde, konumuzla alakalı düşünülmesi gereken bir kaç nokta var. Öncelikle bazı alimler, bu ayete dayanarak yeryüzünde insanlardan önce cinlerin var olduğunu öne sürüyorlar. Bu söylemin kendine göre haklılık tarafı olabileceği gibi eleştirilebilecek yönleri de söz konusudur. Mesela, haklılık açısından bakılırsa, "melekler, yeryüzünde kan dökme olayına önceden şahit olmuş olmalılar ki insanın haberi kendilerine verildiğinde aynı olaylardan endişeleniyorlar" görüşü belirir. Bu görüşe göre de insandan önceki yaratıkların cinler olduğu öne sürülür. Ne var ki Rahman Suresi'nde, cinlerin saf ateşten yaratıldığını öğreniyoruz. Bu ifadeyi enerji, dumansız ateş, gibi farklı şekillerde çevirenler var. Fakat mesele şu ki, kan dökülmesi için vücudunda kan dolaşan canlılar lazım, ateşten/enerjiden değil!! Pekiyi, o zaman melekler kan dökülme olayını nerede gördü? Alın size işte irrasyonel bir öneri: ihtimal ki evrende başka yerlerde üstünde insanlar yaşayan başka dünyalar var ve meleklerin bahsettikleri olaylar orada oldu. Bu yorum, eğer çok uçuk geliyorsa, bu yorumu destekleyebilecek sahih hadisler olduğunu da belirteyim (1, 2). Doğrusunu Allah bilir.


Yukarıdaki ayetle alakalı ikinci bir nokta, yapılacağı haber verilen işte bir hikmet göremeyen meleklerin şaşırması ve "biz zaten her şeyi yapıyoruz; başkasına ne gerek var?" mealinde bir cevap vermeleri. Bundan dolayı da zaten kendilerine, bilgilerinin, yani görebildiklerinin, sınırlı olduğu söyleniyor. Hz Adem AS'a ve meleklere bazı şeylerin adının sorulması hadisesi vesilesiyle de insanın yaratılmasına dair hikmetin işaretleri gösterilince melekler, kendileri için gayb olana iman ettiler ve Allah'a sığındılar. Şeytan ise, gayba iman etmedi, ilmin ve hikmetin kendi gördüklerinden ibaret olduğu noktasında ısrar etti ve isyan etti.

Buraya kadar anlatılanlar, dünyadaki serencamemiz başlamadan evvel cereyan etti. Ne var ki, dünyada yaşayan biz insanlar için de aynı noktada imtihanlar söz konusu. Yani mutlak hikmet sahibi olan ve her yaptığı hikmetli olan Allah'ın takdirlerinde, biz insan aklının görebildiği ve göremediği noktalar olabilmekte. Bir hikmet göremediğimiz durumlarda ise vakit geçtikçe, isyan damarlarımız kabarmakta. Zannetmeyin ki bu hal, sadece bizim gibi normal insanlar için geçerli. Aynı durum, peygamberler için bile geçerli!

Hz. Musa AS, kendisine inanan azınlıkla birlikte Allah'a tevekkül etmesi emrini almasının ardından, Firavun ve onun etrafındakilerin başına felaketler geleceğini beklemektedir. Çünkü Allah'ın zalimleri iflah etmeyeceğini bizzat Allah'ın Kendisi ona bildirmektedir. Ama bir türlü o helak gerçekleşmemektedir. Ve böylece de, Firavun'dan korkan insanlar, Hz Musa'nın getirdiği ilahî mesaja rağbet etmemektedir. Mantıka aykırı olan bu durumdan dolayı Hz Musa'nın aklı feryad eder: "Allah'ım, bu nimetleri onlara, insanları saptırsınlar diye mi verdin?" Ama yine de isyan etmez, istikamet ve takva içerisinde duaya devam eder. Yani gayba iman eder.


Hz Musa AS ve Hızır AS arasındaki macera da bu bağlamda incelenmeye değer bir başka konudur. İlgilenenler, Kehf Suresinin 60-82 ayetleri arasını ve tefsirini okuyabilir.

Buraya kadar olan incelememizi, şimdi en esaslı bir noktaya bağlayacağız. Müslüman olmak için şehadet kelimesini getirmek gerek deriz, öyle değil mi? "Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed O'nun kulu ve elçisidir." Şahitlik etmek, gördüğünüz şeyler için olur. Aranızda Allah'ı gören var mı? Veya Cebrail'in vahiy getirdiğini? Bunlar bizim için gaybtır. Ama tam da bunlar için şahitlik etmemiz isteniyor! Demek ki o gerçekleri "görmemiz" gerekiyor. Nasıl göreceğiz? Akıl ve kalb gözüyle, elbette. İmtihan sırrı da tam burada ortaya çıkıyor işte. Aklımızla gördüğümüz şeyler üzerinden iman etmek, tamam ama, aklımıza zıt görünen, hikmeti anlaşılamayan hadiseler karşısında imanımız sarsılmaz mı? Tabi ki sarsılabilir. Ama bu şekilde Allah CC, bizlere zayıflıklarımızı bildiriyor, iman edebilmemizin ve imanımızı koruyabilmemizin bile O'nun rahmeti ile mümkün olduğunu, eğer bizi zorlasa, kırılabileceğimizi hissettiriyor; ve böylece tam bir tevekkülle O'na yönelmemizi ve O'ndan yardım istememizi istiyor:
"Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize." (Bakara 2/286)
Aynı bağlamda şehitlik kavramı da farklı bir manaya kavuşuyor. Şehitlik, Allah'ın varlığına ve birliğine şahitlikte üstün bir makamdır, çünkü bu yolda canını vermiştir o kişi. Ne var ki bu mana, meselenin sadece bir yönüdür. Hadislerde, şehitliğin farklı mertebeleri olduğu bildirilir. Benzer şekilde Kuran'a bakıldığında, bakın aynı mevzuda ne deniyor:
"Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahibleri, O'ndan başka tanrı olmadığına şahidlik etmişlerdir. O'ndan başka tanrı yoktur, O güçlüdür, Hakim'dir." (Ali İmran 3/18)
Herkes alim değildir ama herkes kendine göre ilim sahibidir. Hak ve adalet üzere dimdik duran ilim sahipleri de, fonksiyonel olarak şehitliğin manasına sahip olmaktadırlar yani, ölmelerine gerek olmadan.
"Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir." (Suyûti, el Câmiu’s Sağir, 2/371)






No comments:

Post a Comment