Sunday, April 23, 2017

Aidiyetle Gelen Esaret, Gurbetle Gelen Hürriyet




Aidiyet hissi, bir insanın en temel ihtiyaçlarındandır. Hayatımızın başında annemize, daha sonra anne-babamıza, daha sonra kardeşlerimize ve yakın çevremize, derken okulumuza öğretmenimize ve en nihayetinde de bir sevgiliye aidiyet hissedderiz. Çünkü sevmek demek, o kişiyi kendinden bir parça bilmek demektir. Özellikle hayatımızın ilk yıllarında, sevdiklerimizden ayrılmak çok zor gelse de daha ileri yaşlarda, onlardan ayrılmak, o kadar da zor olmaz. Onları hala seviyoruzdur, ama eskisi gibi değil. Artık kendi ayaklarımız üstünde durabiliyor olmamız, aidiyet duygusunun da etkisini azaltır. İşte tam da bu nokta, bizim için dalma noktası. Yani, varlığımızın devamına zemin teşkil eden aidiyet duygusunun getirdiği riskler.

Yazının devamını okumadan evvel, ilgilenenler topluma uygunluk (social conformity) konusunda biraz araştırma yapabilirler. Ben burada hemen bir kaç link vereyim:
- Asch uygunluk deneyi
- Asansör uygunluk deneyi 
- Otoriteye itaat deneyi
- Anında tatmin beklentisi deneyi 

Tarih boyunca bilinen bir gerçektir ki topluluklar içinde gelişen değer yargıları, zamanla değişen şartları takip etmekte zorlanır ve bireylerin hissi ya da fiziksel pek çok işkencelere maruz kalmalarına neden olur. Yine de, bu değer yargıları nesilden nesile aktarılır. Konuşmaya gelince, insanlar bu haksız toplum standartlarından şikayetçi bile olsalar, uygulamada onları bizzat kendileri devam ettirirler. Ve bu fasit daire, devam edip gider. O devam ettikçe de sevdiğine kavuşamayanlar yandıkça yanar, haksızlık karşısında dik duranlar ezilir, yenilik getirmek isteyenlar statükonun çarkları arasında ezilir...

Bu neden böyledir? Meselenin beyin fizyolojisinden sosyo-kültürel yanlarına kadar farklı tartışmalar yapılabilir. Konuyu dağıtmamak için girmiyorum. Fakat neticede durum ortadadır. Aidiyet hissiyle bağlandığımız aile, toplum, otorite, vs. bizi bir takım davranış ve düşünce tiplerine hapseder. Aslında bunu yapan, onlar değildir de, onlara uyum sağlamak isteyen beynimizdeki otomatik bir takım fonksiyonlardır. Biz farkındalık geliştirip gereken yönde irade sarfetmedikçe, o fonksiyonların fabrika ayarları, bizim hayatta kalmamızı garantiye alma yönündedir. Hayatta kalma refleksine indirgendiğimiz zaman ise, icabında yanlışlar karşısında susarız, toplumun kurallarına aykırı davrananları baskı altına alırız, doğruluğunu bilmediğimiz söylentilerin peşine düşeriz, vs.

Bunlardan dolayıdır ki aidiyet hissi, bizim için şahane bir otopilot olsa da sürekli kontrol altında tutulması gereken bir nimettir. Kontrol altına alınmadığında, bizi çok yanlış limanlara demirletebilir, kısa vadedeki cüzi bir kazanç için uzun vadedeki büyük kazançlardan mahrum bırakabilir.



Peygamberlere bu açıdan bakıldığında, onların tam bir toplum-zede olduğunu söylemek yanlış olmaz heralde. İngilizce'de, İncil'den alıntı olarak "prophet in his hometown - kendi memleketindeki peygamber" diye bir tabir vardır. Haklı bir çıkış yapan ve ama toplumundaki/kurumundaki/vs. statükoyu tehdit ettiği için herkes tarafından dışlanan kişiler için kullanılır. Bundan dolayı bir peygamber, öncelikle Allah'a karşı aidiyet hissine ihtiyaç duyar ki hem kendi fizyolojisi/psikolojisi (ya da siz buna nefsi deyin) hem de içinde bulunduğu toplumun baskılarına karşı dik durabilsin. Böyle bir çıkış yaptıklarında da, görüntü itibariyle ait oldukları gruptan bağımsızlıklarını ilan etmiş ve böylece o aidiyetten gelen esaretlerden de kurtulmuş olurlar.

Bundan dolayı da hadiste (Tirmizi, İman 13),  "İslam garip başladı ve tekrar garipleşecektir. Müjdeler olsun gariplere." buyrulur. Yani, toplumun normlarına veya toplum içerisindeki daha dar çerçevedeki grupların yargılarına teslim olmayan, aidiyet hissiyle gelen esaretlere baş kaldıran ve bundan dolayı da sürekli bir gurbet yaşayanlara müjdeler olsun. Çünkü onlar, işte onlar, insanların kendilerine yeniden gelmeleri için ümit ışığı olanlardır.

"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. O toplum mü'minlere karşı alçak gönüllü, Allah'tan gelen gerçekleri örtbas edenlere karşı, onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah lütfunda sınırsız olup, herşeyi bilendir." (Maide 54)











Tuesday, April 18, 2017

Rabita-i Mevt


"Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir." (Rum, 50)
 "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rab’binin her şeye şahit olması, yetmez mi?" (Fussilet, 53)



Bilimsel metodolojinin ana temellerinden birisi tekrarlanabilirliktir. Mesela, elmanın serbest bırakıldığında her seferinde yere düşmesi, ona etki eden kuvvetin varlığı hakkında bir delil olur. Eğer bazen düşse bazen düşmese, o zaman farklı düşüncelere kapı aralanır. Ne var ki bu düşünce, bilim tarihi içerisinde eleştirilerden ârî olmamıştır. Mesela, daha önce bir yazıda aktardığım gibi:
"Bir tavuk, çiftlikteki sahibi ile çok iyi geçinmektedir. Sürekli o tavuğa yemini, suyunu vermektedir, tavuk da sahibine yumurta vermektedir. Bu sürekliliğe binaen tavuk noktaları birleştirir ve bir kanun ortaya koyar: ben hep var olmaya devam edeceğim, çünkü bütün data ve gözlemler bunu gösteriyor. Tabi ki bu kanun, bir kaç hafta içinde yanlışlanır."
Yani bugüne kadar hiç ölmemiş olmamız, ölmeyeceğimiz manasına gelmez. Diğer bir deyişle bugüne kadar hiç ölmemiş olmamız kadar geçerli diğer bir gerçek de bir gün öleceğimizdir. Ve müminler olarak davet edildiğimiz ve kabul ettiğimiz bir fikir de, öldükten sonra dirileceğimizin gerçek oluşudur. Bugüne kadar öldükten sonra geri gelen kimseyi görmemiş olmamız, o hadisenin olmayacağı manasına gelmez. Tersine, yukarıdaki ayette dile getirildiği üzere, bu inançla ilgili örnekler, etrafımızda ve kendi hayatlarımızda, yani afakta ve enfüste, verilmektedir.


Bu düşünceyi bir basamak daha ileri götürürsek, zaman denen mefhum, biz ölümlü varlıklar için geçerli olduğundan, "gelecekte olacak" diye düşündüğümüz ölüm ve sonrası, aslında zaten var. Bugüne kadar bu söylem de uçuk bir fikir gibi gelebiliyordu insanlara ama paralel evrenler teorisinin de gündeme oturmasıyla birlikte, geçmişin ve geleceğin aynı anda yaşanabiliyor olması fikri de bilimsel bir ipucuna kavuşmuş oluyor.

Ne var ki, quantum teorisi gibi meseleler, günlük hayatımızın içine çok girmediği için, en azından henüz öyle değil, ölüm ve sonrası için hatırlatmalara ihtiyacımız vardır. Bizzat kendi hayatlarımızda yaşadığımız hadiselerle Yüce Rabbimiz, bizim imanımızı kuvvetlendirmek ister; gayb olarak baktığımız (kabir/cennet/cehennem) hadiselerin numunelerini bize gösterip, hak bildiğimiz yolda sebat etmemize yardımcı olur.

İşte ben de öldüm. Benimle beraber ölen başkaları da olmasına rağmen herkes kendi kabrine girdi. Bir insan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir denir ya, ben de öğretirken öldüm, kabrime girdim. Saçım kesildi, demirler arasına daldım. Allah'ın nimetine bakın ki kabrim cennet bahçelerinden bir bahçe. Daha iyisini hayal edemezdim heralde. Bugüne kadar yaşadığım bazı zorluklar da günahlarıma kefaret olmuştur inşaallah. Kabrimde öğretmeye devam ediyorum ve bir gün dirilip yine öğretmeye devam edeceğim. Böylece Rabbim'in va'dinin hak olduğuna, görür gibi inanacağım.






Sunday, April 16, 2017

Kuran ne zaman kuran?


Kuran'da, Kuran'ın kendisine referans veren ayetlerde kullanılan kelimeler çeşitlidir: kuran (Taha, 2), kitap (Bakara, 2), zikir (Hicr, 9). Bunlar arasında da en çok geçen kuran kelimesidir. Mana olarak kuran, okuma (recitation) demektir. Bu manayı baz alarak, başlıktaki sorumuzu tekrar soralım: Kuran ne zaman okumadır?

Tabii, soruyu bu şekilde sorunca, cevap da beliriyor: okunduğu zaman. Bu ne demek biliyor musunuz? Tekrar okuyun: "Kuran, okunduğu zaman kurandır." Tersinden bakarsak, "okunmadığı zaman Kuran, kuran değil." Aslında bu açıdan bakınca, geçtiğimiz bir kaç yüzyıl sürecinde müslümanların evlerinde duvara asılı veya kütüphane raflarında istiflenmiş duran şeyin "kuran" olmadığı iddia edilebilir. Bu meyanda hadislerde, öyle bir zaman geleceği ve kimi insanların Kuran'ı okumalarına rağmen bu okumalarının boğazlarından aşağı geçmeyeceği (Tirmizi, Fiten 2188), hesap gününde Kuran'ın insanların lehine veya aleyhine şahitlik edeceği (Müslim, Misafirler 302Buhari, Tefsir 4476) belirtilir. Aynı manaları daha da kuvvetlendiren bir ayet ise:
"Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.' " (Furkan, 30)

Şimdi, belki alakasız gelebilir ama, daha önce başka bir yazıda da (Ahirzamanı Anlamak) dile getirdiğim bir noktayı hatırlatmak istiyorum. Mümin demek, hayatının bir noktasındaki kilometre taşı gibi şehadet getirip ondan sonra işine bakan demek değildir. Mümin demek, iman etme işini bir iş gibi hayat boyu yapan kişi demektir. Nasıl ki bir insanın öğretmen olması için öğretme işini bir meslek olarak sürekli yapması gerekir, bir insanın sporcu olması için hayat boyu profesyonel olarak spor yapması gerekir, asıl mümin olmak da, hayat boyu sürekli, yeniden iman eden kişiye denir. Yani, iman denen şeyin, zihninizin tozlu raflarında durup yıllanması değildir, müminlik. Zaten böyle yaparsanız, imanınız taklîdî olur ve sürekli fikirsel, duygusal veya amelî olarak imanınıza zıt halleriniz olur. Böyle olunca da dışarıdan bakan birisi, sizinle imanı olmayan birisi arasında bir ayrım yapamaz.

Müminin mümin olması ve Kuran'ın kuran olmasıyla ilgili bu iki girişi yaptıktan sonra şimdi bu manaları reaksiyona sokalım, bakalım ne çıkıyor: Mümin, Kuran'ı kuran yapandır; veya Kuran, mümini mümin yapandır. Yani, birbirine bağlı, biri olmadan diğeri olmayan bir yapı söz konusu. İlginçtir, DNA'nın çift sarmalına benzeyen bu resmi tarif eden bir ayet vardır:
"Şu kesin ki biz sana Seb-i mesânî ile şu yüce Kur’ân’ı verdik." (Hicr, 87)

Burada geçen mesânî kelimesi, tefsirlerde çok farklı yorumlara kapı açmıştır. İlk bakışta, ikili olma, tekrar edilme manaları vardır. Öte yandan geometrik olarak karşılıklı bir simetri yapısını da içerir aynı kelime. Seb-i (yedi) mesani ifadesinin en basit yorumunda da, namazlarda sürekli tekrar edilen yedi ayetli fatiha suresine işaret edildiği söylenir. Ama bundan daha derin bir mana, yukarıda anlatılanlar açısından bakılınca görülebilir.

Fatiha suresi, içeriği itibariyle, Allah CC tarafından, müminlerin ağzına konmuştur ve tesbih, tahmid ve dua içermektedir. Allah kelamıdır, ama bizim ağzımıza konmuştur. Ve bizler onu okuyup, aynı ruhu hayatımıza taşıyınca, Kuran'ın ete kemiğe bürünmüş hali olma yolunda ilerliyoruz. Aynen, Hz Ayşe'nin Efendimiz SAV'i tarif ettiği gibi: "Onun ahlakı, Kuran ahlakıydı."

Hani derler ya, bir resim, bin kelimeye denktir. Aynen öyle de Kuran'ı okuyup yaşayan bir mümin, kütüphaneler dolusu kitaba denktir.