Tuesday, September 27, 2016
Küçük Mütefekkir (2)
Son üç gündür aynı rüya ile nefes nefese uyanıyordum. Gece vakti fütüroskobumla gözlem yaparken aletin içine düşüyorum ve zamanın dalgaları arasında bir var olan bir yok olan garip bir halde kalakalıyorum. Ne zaman bana yardım etmek için birisi elini uzatacak olsa yok oluveriyorum ve kurtulamıyorum bir türlü. Sonra birisi bana sarılıyor sıkı sıkı, ve onunla beraber yok olup var olmaya başlıyoruz. Bu yokluk-varlık o kadar hızlanıyor ki kalbimin atışları ile senkronize oluyor ve öylece uyanıyorum.
Uyanınca kitap yazmak için seçtiğim özel defterimin başına geçiyordum. Öylece bekleyip bekleyip duruyor ve en nihayetinde tekrar uyuyakalıyordum. Rüyamı kime anlatsam diye düşündüm ama pek kimseye açmak içimden gelmedi. Okuldan sonra, iki zaman sahibinden bahseden öğretmenimle konuşabileceğimi düşündüm. Beni dinledi. "Hayırdır inşaallah" dedi, o kadar. Bir yandan ferahlamıştım bir yandan da kırdığı fındık boş çıkan çocuk gibi sinirlenmiştim. O kadar mıydı yani? Sadece bir "hayırdır inşaallah" lafını ben de söylerdim. Yok muydu ötesi?
İşin kötüsü, beni üç gün ardarda kıskıvrak yakalayan o rüya da, o günden sonra kayboldu. Ondan sonra da bende ne heves kaldı ne nefes. Tarih dersleri, hayallerimden çok hafızamın meşgalesi olmaya başladı. Fütüroskobumu da bir köşeye kaldırıp, okul arkadaşlarımla beraber delikanlılığımı yaşamaya koyuldum. Demek fütüroskopta gördüğüm kitap gerçekten yok olmuştu. Hem de korktuğum gibi benim ölümümle falan da değil, aksine ilgi alanlarımın değişmesinden ve zaten olmayan bir kitap yazma düşüncemin hiç yeşermeyecek olmasından. Zaten var olan milyonlarca kitaba bir tanesinin daha eklenmemesi, insanlığa ne kaybettirirdi ki?
Küçük Mütefekkir (1)
Benim küçüklüğümde tarih dersleri farklı okutulurdu. Sadece geçmiş değil, zamanın tamamı okutulurdu. Tamamı deyince, geçmiş gelecek hepsi dahil. Akşamları haberlerden sonra da hava durumuna ek olarak gelecek durumu verilirdi. İnsanların o gün yaptıklarına göre ülkenin, dünyanın geleceği hakkındaki gözlemler aktarılırdı.
Geleceği gözlemlemek için kullanılan alete fütüroskop deniyordu. Fütüroskop kullanılarak geleceğin nasıl sürekli değiştiğini seyredebiliyordunuz. Böyle olunca da insanlar genellikle ayaklarını denk alıyorlar, iradeli davranmaya çalışıyorlardı. Ama bazen, "tek bir kişiden bir şey olmaz" deyip kendi menfaatini her şeyin önünde tutan birileri veya "gelecek tahminleri de hava tahminlerinden farklı değil; yanılma payı var" deyip şu anki az ve geçici kazancı gelecekteki çok ve kalıcı kazanca tercih eden birileri çıkıyordu. Bunların yaptıklarının zamanda oluşturduğu fırtınalardan dolayı bütün toplum sarsılıyordu ve bu fırtınaların gelişini gün be gün fütüroskopla görebiliyorduk. Bunun mukabilinde yapılmaya çalışılanlar bazen işe yarıyordu bazen ise ne yapılırsa yapılsın, o fırtına göz göre göre geliyordu. O yüzden, başta da dediğim gibi, tarih derslerinde hem geçmiş hem gelecek anlatılıyordu ki yeni nesiller tarihi, uygulamalı ve deneysel olarak öğrensin.
Yine de fütüroskop görüntüleri neye kimin neden olduğunu saptayacak netlikte olmadığı ve herkesin yaptıklarının kollektif sonucunu gösterdiği için, yaptığı kötülükler yanına kâr kalan tipler olmuyor değildi. Ve onların varlığı, diğer başkalarını da "bişi olmaaaz" demeye sevkedebiliyordu. Fakat her şeye rağmen, uzun vadede stabil olan ve içindeki şerleri ve fitneleri sindirebilen bir toplumduk ve fütüroskopun bunda etkisi büyüktü.
Benim gibi bu işin meraklıları, kendi evlerine de bir fütüroskop alıyordu. Olacak hadiseleri gözlemlemeye çalışarak kendimizi ve arkadaşlarımızı hazırlamaya çalışıyorduk. Ama takdir edersiniz ki bizzat bizim bu yaptıklarımız, geleceği tekrar değiştirdiği için aşırı uzun vadeli tahminlerde bulunmak kolay olmuyordu. Buna bir tür zamansal türbülans diyebilirsiniz.
Böyle gözlemlerimin birinde, kendimi bir kitap yazarken gördüm. Bana çok garip ve ilgi çekici geldi bu hal, çünkü o sıralarda öyle bir düşüncem yoktu. Fütüroskobumun ayarlarını değiştirerek neler yazdığımı görmeye çalıştım. Fakat zamanın dalgaları çok şiddetli olduğu için yazılanları sürekli değiştirip birbirine karıştırıyordu. Bir müddet bekledim belki fırtına durulur diye, ama nafile. "Yarın aynı gelecek hala geçerli olursa, o zaman tekrar bakmayı denerim" dedim kendi kendime. İşin enteresanı, aletten gördüklerime rağmen, aklımda hâlâ ne bir kitap ne de bir başka eser fikri oluştu.
Ertesi gün tekrar görmeye çalıştım kendimi ve kitabımı, ama artık yok olmuştu. Ne yazdığım kitap ne de ben, hiç bir yerde görünmüyorduk. Düşündüm ne olmuş olabilir diye. Acaba kitaptan vaz mı geçmiştim? Yoksa seyahate falan mı çıkmıştım?... Neden sonra bambaşka bir fikir geldi aklıma ve bir anda tüylerim diken diken oldu. Acaba kitabı yazmaya başlamadan önce ölecek miydim?
Bu düşünce beni çok sarstı. Daha oniki yaşımdaydım... Bir kaç gün boyunca, yedi aylık bebeğini düşük yapmış anne gibi dolaştım ortalıkta. Fütüroskobuma bakmak da hiç içimden gelmedi. Fakat sonra, yeni bir fikir geldi aklıma. Ölümsüz bir yaratık olup da sonradan ölümlü hale geliyor değildim! Eğer kitabımın yazılamamasının arkasındaki neden ölümümdüyse, anormal bir durum yoktu. Belki benimkisi, sonsuza uzanan hayallerime ket vurulmasındandı. Ölüm tarihim üç aşağı beş yukarı belli olunca, artık 100-200 senelik planlar yapamayacak, dünyayı, insanlığı avucumun içinde evirip-çeviremeyecektim, o kadar. Hem sonra fütüroskopta görülenlerin yüzde yüz olacağı ne malum! Onun gösterdikleri, sürekli değişen gelecek değil mi?
Bu şekilde sakinleşince, acaba ne yapsam diye düşünürken, belki de bir kitap yazmalıyım diye düşündüm. İyi ama ne kitabı? Daha oniki yaşıma yeni basmışken ne yazabilirdim? Bu konuda bana fikir verebilecek birilerini bulma ümidiyle biraz dolaşmaya karar verdim. Ya çok okuyan birilerini bulmalıydım ya da yazan birilerini. Etrafımda okuyan insanlar vardı da, yazan insan bulmak... İşte en zoru oydu. Genellikle geçmişte yazılmış kitaplar okunuyordu ve onların yazarları da çoktan ölmüştü. Ölü insanlarla nasıl konuşabilirdim ki?
Bizim tarih derslerinin birinde "iki zaman sahibi" lâkaplı birini öğrendim. Ona bu ismin verilmesinin hikmeti ne olabilirdi ki? Öğretmenimize sordum. O kişinin peygamber olabileceği ve zamanda yolculuk gibi bir mucizesinin olabileceği ihtimali üzerinde durdu. Böyle bir şeyin düşüncesi bile bütün hayal dünyamın nükleer reaksiyonlar geçirmesine ve gama ışınları saçarak bir kara delik gibi bütün benliğimi yutmasına yetmişti. Acaba onu görebilir miydim? Acaba yaşadığı ikinci zaman, bizim zamanımız veya fütüroskopta görebileceğim bir zaman olabilir miydi?... Ve acaba gelecek hayatımdan kitabımla beraber kaybolmam, iki zaman sahibiyle beraber zamanda seyahate çıkmamdan olabilir miydi?
Thursday, September 15, 2016
Rezilyansınız yüksek mi?
Tabi ki böyle kararlılık-gericilik şeklinde çevirince, hiç kimse gericiliği kendine yakıştırmaz, kararlı ve değerlerine bağlı bir insan olduğunu söyler. Bu yazının bundan sonrası, gericiliği sadece başkalarında arayan ve hiç bir şekilde kendine yakıştırmayanlar için değil. Buraya kadar okudukları için kendilerine teşekkür ediyoruz, haklarını helal etsinler.
Eğer buraya kadar geldiyseniz ve okumaya devam ediyorsanız, gerici olmanız ihtimalini incelemek istiyorsunuz demektir. Ve eğer gericiliğe dair bir şeyler farkederseniz kendinizde, bunları izale etmeye niyetiniz var demektir. En azından ben öyle kabul ediyorum.
"Muhakkak ki senin Rabbin elbette gözleyendir. Fakat insan, ne zaman Rabbi onu imtihan edip, böylece ona ikram eder ve onu ni’metlendirirse, o zaman: “Rabbim bana ikram etti.” der. Ve fakat, ne zaman onu imtihan edip, böylece onun rızkını ölçülü verirse (daraltırsa), o zaman: “Rabbim bana ihanet etti.” der." (Fecr, 14-16)
"Hangi memlekete bir peygamber göndermişsek, mutlaka ora halkını yalvarıp yakarsınlar diye bir takım sıkıntı ve şiddetle hırpalamışızdır. Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar, çoğaldılar ve: "Atalarımıza da (bazan) şiddetli sıkıntılar (bazan da) refah ve genişlikler dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine, biz de onları kendileri hiç şuurunda değilken apansız kıskıvrak yakalayıverdik." (Araf, 94-96)
"Ve azap üzerlerine geldiği (vuku bulduğu) zaman: “Ya Musa (Allah’ın) seni sahip kıldığı ahd (nübüvvet ahdi) sebebiyle bizim için Rabbine dua et. Eğer bizden azabı kaldırırsan, biz sana mutlaka inanırız ve mutlaka İsrailoğullarını seninle beraber göndeririz.” dediler. Böylece onlar, o ecele (sona) ulaşana kadar onlardan azabı kaldırdığımız (açtığımız) zaman, onlar sözlerini nakzediyorlar (sözlerinden dönüyorlar)." (Araf 134-135)
"Ve insana bir zarar dokunduğu zaman, Rabbine yönelerek ona dua eder. Sonra (Allah) kendinden bir ni’met lütfettiği zaman daha önce ona dua ettiğini (yalvardığını) unutur. O’nun (Allah’ın) yolundan saptırmak için Allah’a eşler kılar. " (Zümer, 8)
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman Bize dua eder. Sonra ona tarafımızdan bir ni’met gönderdiğimizde: "Bu ancak bana bir ilim üzerine verildi." der." (Zümer, 49)
"Veya azabı gördüğünüz an: "Keşke benim bir kere daha (fırsatım) olsaydı, o zaman muhsinlerden olurdum." diyenlerden (olmayın)." (Zümer, 58)
Bunlar ve benzeri ayetler gösterir ki insanoğlunun bir zayıflığı şudur: kendisine bir zorluk dokununca, hemen Rabb'ine yönelip, eğer bu musibet kendisinden kaldırılırsa gayet takvalı bir şekilde yaşayacağını söyler, yatar-kalkar dua eder; ama feraha kavuşunca bütün o verdiği sözleri, kıvranmaları unutur. Bunlar, dünya hayatına ait olmakla beraber aynı karakterin ölüm sırasında ve ahiretteki hesapta da nüksedeceğini görüyoruz:
"Onların birine ölüm geldiği zaman: “Rabbim, beni geri döndür.” dedi. “Böylece (geri gönderdiğin taktirde) terkettiğim salih amelleri (nefsi tezkiye edici ameli) işlerim.” Hayır, muhakkak ki onun söylediği söz, sadece (boş) bir kelimedir." (Mü'minun, 99-100)
"O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, "Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık" diyecekleri zamanı bir görsen!" (Secde, 12)
Bu son ayetlerle öncekileri birleştirince önemli bir nokta açığa çıkıyor. Demek ki gerçekten Allah CC bu tip insanlara bir fırsat daha verse, musibet başından kaldırılınca geri dönenler gibi tekrar sapıtacaklar; ve bu karakterin katılaşmış, sabitleşmiş olmasından dolayı da ebedi azap hak olmuştur.
Konumuza geri dönersek, bu ayetlerin bütününe bakılınca da şu açığa çıkar ki gericilik bir kafir özelliğidir. Şimdi denebilir ki, "biz, çok şükür, kafir falan değiliz ki!" O zaman bir de şu ayete bakalım:
"Sana her gelen iyilik Allah’tandır; başına gelen her kötülük de nefsindendir. " (Nisa, 79)
Başımıza bir musibet geldiyse, demek ki bize bakan bir nedeni var, onun. Kafir olmasak da, etraftaki insanların zulmünden de kaynaklansa, başımızda bir musibet varsa, kader açısından bakıldığında bunun bize bakan bir yönü var demektir. Şimdi anahtar konumundaki bir kaç düşünce şöyle.
Eğer bir musibet varsa ve kalkmıyorsa, biz de kendimizde hata görmüyor ve görmemekte ısrar ediyorsak, Allah'ın bizi hidayet etmek istediği yola çıkmamak için ayak diriyoruz demektir. Yani eski halimizi korumak istiyoruz demektir! Halbuki, insanlar kendilerini değiştirmedikçe, Allah da onların halini değiştirmez ki!
"Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur." (Rad, 11)
İkincisi, insanlar zulmetse bile kader adalet eder. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz durumla ilgili insanların söylemlerinin yanlışlığına odaklanmak, bizi kendi yanlışımızı görmekten alıkoymamalı. Nitekim, Kuran-ı Kerim'de Rabbimiz sürekli, musibet zamanlarında bizleri sıkıntıya değil salih amel işlemeye, aksiyonda bulunmaya çağırır.
"Peygamber ve onunla beraber mü’minler, 'Allah’ın yardımı ne zaman?' diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır. Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Hayır olarak ne harcarsanız o, ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir.' " (Bakara, 214-215)
"Ve fakat, ne zaman onu imtihan edip, böylece onun rızkını ölçülü verirse (daraltırsa), o zaman: “Rabbim bana ihanet etti.” der. Hayır, bilâkis siz yetime ikram etmiyorsunuz. Ve yoksulları doyurma konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Ve size bırakılan mirası hırslı bir yeyişle yiyorsunuz. Ve malı aşırı bir sevgiyle seviyorsunuz." (Fecr, 16-20)
"Rabbin seni terketmedi ve darılmadı... O halde yetime haksızlık yapma veya yetime yüzünü ekşitme. İsteyip dileneni azarlayıp çıkışma. Rabbinin nimetini de durmadan anlat." (Duha, 3, 9-11)
"Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. O halde, bir işten ayrıldığında hemen bir başka işe koyul;" (İnşirah, 5-7)Üçüncüsü, baktığımız halde kendimizde yanlış göremiyorsak n'olacak? Bu demektir ki ya yanlış yere bakıyoruz ya da bakış açımızda, doğruluk kriterlerimizde hata var. Yani zihninizi ve yaşam tarzınızı kökten değiştirmenizi gerektirecek esaslı bir durum söz konusu olabilir. Mesela o kadar esaslı ki belki binlerce yıllık tarihinizden, belki yaşadığınız zamanın şartlarından dolayı farkına bile varmadığınız şekilde her yerinizi işgal etmiş ve normalleşmiş bir mesele olabilir.
Dördüncüsü, eğer yanlışlarımızı görmezsek n'olur? Bir şekilde musibet geçtiğinde biz, eski halimize döneriz, ki bu durumda yeni, ve belki de daha büyük, musibetlere davetiye çıkarmış oluruz.
Bütün bu düşünceler ne kadar doğrudur, Allah bilir. Fakat her halükarda şu soruyu sormak gerektir: "ben ne kadar değiştim bu işin başından beri?" Böylece kendimizi değişim hususunda uyanık ve gayretli tutabiliriz. Musibetin kaderdeki asıl vazifesi yerine geldikten sonra o zaten gidecektir.
Sonuç olarak, hastalıklar, musibetler hayatta kaçınılmaz olduğuna göre, ve bunların her birinin kader açısından bir hikmeti olduğuna göre, o hikmetleri yakalayıp onlara göre kendimizi değiştirme, yenileme yoluna gitmek, böylece hayır üzere "kararlı" olup "gericilik" hastalığından uzak durmak gerektir.
Monday, September 12, 2016
Ahmet Dede'nin Torunu
Sabah namazlarından sonra da ezberine devam ediyordu. Karınca kararınca bir hesap yapmıştı. Her ay 1 sayfa ezberleyerek devam ederse, tahminen 115 yaşında hafız olacaktı. O kadar yaşar mıydı, sağlığı el verir miydi? Allah bilirdi, ama o karıncanın hacca niyet etmesi gibi hiç olmazsa hafızlık yolunda emaneti teslim etmek istiyordu.
Ahmet Dede'nin, bebekliğinden beri gözünün nuru saydığı bir de torunu vardı. Şimdilerde Serdar, 9 yaşına gelmişti. Dedesi, onun da namaza, Kuran'a ısınması için ara sıra onunla beraber camiye gidiyordu, bazen beraber sabah namazına bile kalkıyorlardı. Bazen de Serdar gece ihtiyaç için kalktığında dedesini gizli gizli gözetliyordu.
Böyle zamanlarda Serdar, başka kimsenin bilmediği hallerine şahit olmuştu, dedesinin. Kuran okuduktan sonra mushafı kucaklıyor, yüzüne gözüne sürüyordu. Sanki torununu sevdiği gibi Kuran'ı da seviyordu, Ahmet Dede. Bir defasında Serdar, dedesini Kuran'ı kucaklamış bir şekilde yatağında uyuyakalmış bulmuştu.
O yaz, Kuran kursuna gitmeye başlayan Serdar, dedesinden gördüğü üzere Kuran'a karşı hassas davranıyordu. Başka arkadaşlarına nazaran onun tavırları, herkesin dikkatini çekiyordu. Kuran'a sarılıyor, onu öpüp alnına götürüyordu. Böyle hassas davranması, başta babası diğer büyüklerin de hoşuna gidiyordu. Kutsal değerlerine bağlı genç nesil, çölde bulunan su misaliydi, ne de olsa...
Serdar'ın bu şekilde takdir toplaması, büyükler haricinde diğer çocukların da dikkatini çekmişti. Onun yaptığı gibi Kuran'a sarılma, öpme gibi tavırları onlar da yapmaya başlamıştı bir kısmı. Onlar da tabi ki kendi büyüklerinden takdir toplayınca, artık çocuklar arasında bir büyüklük standardı oluşmuştu: Kuran'a değer verme standardı.
Mahallede camiye giderken Kuran'ı belden yukarı taşıyanlar, daha takvalı ve tabi ki daha olgun, daha büyük, böyle yapmayanlar ise takvasız, saygısız oluyordu; "sen daha küçüksün, bilmezsin" şeklinde aşağılanıyordu. Böyle olunca da 600 sayfalık kitap, kimi küçük çocuklara ağır gelse de, cami yolunda onu taşırken kolları kopsa da, yine de büyüklük standardından taviz vermemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Bazen kollarını dinlendirmek için Kuran'ı kafalarının üstüne koyuyor, "başımın üstünde yeri var" diye de kitabına uyduruyorlardı. Olur da kazara eline alıp aşağı salan olursa, "lan çarpılacan bak" diye hemen uyarılıyordu.
Bu olanlardan büyükler çok da haberdar değillerdi. Onların tek gördüğü, Kuran'a saygılı bir neslin yetiştiğiydi. Büyükler mutlulardı, Ahmet Dede de mutluydu. Serdar ve diğer çocuklar da mutluydu.
Okullar açıldığında, her sene olduğu gibi elifbalar ve mushaflar rafa kaldırılmıştı. Tabi ki yüksek bir yere. Ne de olsa saygılı olmak lazımdı Kuran'a. Serdar'ın gittiği okula, Suriye ve Irak göçmenlerinden bir kaç ailenin çocukları da gelmişti. Arap kökenli olmaları nedeniyle, ve tabi ki Kuran kursunun henüz sıcak atmosferiyle, okuldaki diğer çocuklar tarafından otomatik olarak evliya ilan edilmişlerdi.
Ama bu göçmen çocukları, evliya olmanın ne kadar ağır bir yük olduğunu, mesela o mübarek kitabı sürekli yukarıda taşımaları gerektiğini, henüz bilmiyorlardı... Onlara göre Kuran'ı ezberlemek, anlamak ön plandaydı. Kuran'ı ellerinde değil, beyinlerinde taşıyorlardı. Dolayısıyla evliya olmanın ağır yükü ile çok da yüzleşmelerine gerek kalmamıştı.
Asıl ağır yük, Serdar ve arkadaşları ortaokula geçtiğinde ortaya çıkmıştı. Serdar, caminin yakınlarında bir yerlerde bir iki arkadaşıyla bekleyip Kuran'a gereken saygıyı göstermeyenlere hadlerini bildirmeye başlamışlardı. Ahirette sonsuz azab görmelerindense burada bir iki tekme tokat yeyip akıllarının başlarına gelmesi, "acı ilaç" ölçüsündeydi. Ne de olsa imanın en kuvvetli mertebesi, gördüğü kötülüğü elle düzeltmekti.
Serdar ve arkadaşlarının yaptıkları, başlangıçta saklı kaldı. Çünkü onlar büyüklerin gözdesiydi. Onlar hakkında şikayet edilinse bile küçük çocuklara mı inanılır dı yoksa o seçkin abilere mi inanılırdı? Fakat bu psikolojik hapis, mahallenin evliyaları için geçerli değildi.
Bir gün Serdar'ın küçük çetesinin radarına, bu göçmen çocukları girdi. Ezberlerini artırmak için taşıdıkları Kuran'ı bir torbaya koymuş, güle oynaya gidiyorlardı. Yaptıkları saygısızlık kendilerine bildirilince, artık yeterince palazlanmış Türkçe'leriyle karşılık vermişlerdi, "olm saçmalama." Serdar, bu cevabı sindirememişti, oğlanı bir ittirişte yere düşürdü. Tabi onunla birlikte torbadaki Kuran'lar da yere saçılmıştı. Serdar'ın yanındakiler gidip mushafları yerden aldılar, yerdeki evliyaya da kendi arkadaşları el uzattı. Kuran'larını ve derslerini alıp tekrar yola koyuldular. Ama onların başına gelenler, akşam kendi anne-babaları tarafından Ahmet Dede'ye aktarıldı.
Ahmet Dede, üzülmekle sinir arasında öyle bir gerildi ki. Aynen Tur Dağı'ndan inip kavimini buzağı heykeline taparken bulan Musa Peygamber gibi... Derin bir la havle çekti...
Serdar'a ders vermek gerekiyordu ama onun yaşındaki hassas psikolojideki bir ergene uygun ders nasıl olabilirdi? Önce buraya nasıl gelindiğini anlaması gerekiyordu. Serdar'ı çağırdı, onu dinledi. Ne yaptıklarını, niye yaptıklarını bir de onun ağzından öğrendi.
Ahmet Dede, Serdar ve arkadaşları için Kuran'dan bir demet ayet seçti. Fakat bu ayetleri okumaları için öncelikle temizlenmeleri gerekiyordu. Bunun birinci şartı da abdest değil, işledikleri zulümden temizlenmeleriydi. Hep beraber teker teker mahallenin evliyalarının evlerine gidip onlardan özür dilediler. Ondan sonra Ahmet Dede, torunu ve arkadaşlarını bir pastaneye götürdü. Birer limonata söyledi onlara. Ama kimse cesaret edip de önündeki bardağa dokunamadı.
Ahmet Dede önlerine mushafı koyup, birer yudum aldıktan sonra hem Arapça'sını hem de Türkçe'sini okumaları için ayetler gösterdi:
"Kendilerine Tevrat yüklenip de (Tevrat’ın farzları okunup da), sonra O’nu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) hali, ciltlerle kitap taşıyan merkebin hali gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötü. Ve Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez." (Cuma, 5)
"Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler." (Furkan, 63)
"Kötülüğü, en güzel olan şeyle uzaklaştır." (Müminun 96)
"İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet, 34)
"Ona (Firavun'a) yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar." (Taha, 44)
"Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir)." (Asr, 3)
Serdar ve arkadaşları, bu Kuran'la ilk defa tanışıyorlardı. O zamana kadar kurslarda hep harflerini okumakla yükümlü tutuldukları Kuran sayfaları haricinde sadece sondaki kısa sureleri okumuşlardı. Ama şimdi okyanuslara açılmış ve yeni kıtalar keşfetmiş gibi bir hal vardı üstlerinde. Hatta sürekli okudukları Asr Suresini bile yeniden keşfetmişlerdi. Hayretle karışık bir pişmanlık çöktü üstlerine.
Ahmet Dede, bu gençlerin biraz şevklendirmeye muhtaç olduklarını görmüştü. Onların başını okşadı teker teker. Sonra da kendi bir ayet açtı:
"Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını en güzel şekilde vermek için onlara fazlından arttırır. Ve Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır." (Nur, 37-38)
Subscribe to:
Posts (Atom)