Monday, September 12, 2016

Ahmet Dede'nin Torunu


Ahmet Dede tam bir Kuran aşığıydı. Geceleri teheccüd için kalkar, her bir rekatını sayfalarca Kuran'la süsler, namazını kıldıktan sonra duasını edip sabah namazına kadar da meal okurdu. Namazda okuduğu Kuran'ı o anda anlayabilmek adına kelime-kelime meal veren Kuran'ları tercih ediyordu. Ara sıra gramere ait kuralları da bilen birilerine sorarak çat-pat muradına eriyordu.



Sabah namazlarından sonra da ezberine devam ediyordu. Karınca kararınca bir hesap yapmıştı. Her ay 1 sayfa ezberleyerek devam ederse, tahminen 115 yaşında hafız olacaktı. O kadar yaşar mıydı, sağlığı el verir miydi? Allah bilirdi, ama o karıncanın hacca niyet etmesi gibi hiç olmazsa hafızlık yolunda emaneti teslim etmek istiyordu.

Ahmet Dede'nin, bebekliğinden beri gözünün nuru saydığı bir de torunu vardı. Şimdilerde Serdar, 9 yaşına gelmişti. Dedesi, onun da namaza, Kuran'a ısınması için ara sıra onunla beraber camiye gidiyordu, bazen beraber sabah namazına bile kalkıyorlardı. Bazen de Serdar gece ihtiyaç için kalktığında dedesini gizli gizli gözetliyordu.

Böyle zamanlarda Serdar, başka kimsenin bilmediği hallerine şahit olmuştu, dedesinin. Kuran okuduktan sonra mushafı kucaklıyor, yüzüne gözüne sürüyordu. Sanki torununu sevdiği gibi Kuran'ı da seviyordu, Ahmet Dede. Bir defasında Serdar, dedesini Kuran'ı kucaklamış bir şekilde yatağında uyuyakalmış bulmuştu.




O yaz, Kuran kursuna gitmeye başlayan Serdar, dedesinden gördüğü üzere Kuran'a karşı hassas davranıyordu. Başka arkadaşlarına nazaran onun tavırları, herkesin dikkatini çekiyordu. Kuran'a sarılıyor, onu öpüp alnına götürüyordu. Böyle hassas davranması, başta babası diğer büyüklerin de hoşuna gidiyordu. Kutsal değerlerine bağlı genç nesil, çölde bulunan su misaliydi, ne de olsa...

Serdar'ın bu şekilde takdir toplaması, büyükler haricinde diğer çocukların da dikkatini çekmişti. Onun yaptığı gibi Kuran'a sarılma, öpme gibi tavırları onlar da yapmaya başlamıştı bir kısmı. Onlar da tabi ki kendi büyüklerinden takdir toplayınca, artık çocuklar arasında bir büyüklük standardı oluşmuştu: Kuran'a değer verme standardı.

Mahallede camiye giderken Kuran'ı belden yukarı taşıyanlar, daha takvalı ve tabi ki daha olgun, daha büyük, böyle yapmayanlar ise takvasız, saygısız oluyordu; "sen daha küçüksün, bilmezsin" şeklinde aşağılanıyordu. Böyle olunca da 600 sayfalık kitap, kimi küçük çocuklara ağır gelse de, cami yolunda onu taşırken kolları kopsa da, yine de büyüklük standardından taviz vermemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Bazen kollarını dinlendirmek için Kuran'ı kafalarının üstüne koyuyor, "başımın üstünde yeri var" diye de kitabına uyduruyorlardı. Olur da kazara eline alıp aşağı salan olursa, "lan çarpılacan bak" diye hemen uyarılıyordu.




Bu olanlardan büyükler çok da haberdar değillerdi. Onların tek gördüğü, Kuran'a saygılı bir neslin yetiştiğiydi. Büyükler mutlulardı, Ahmet Dede de mutluydu. Serdar ve diğer çocuklar da mutluydu.

Okullar açıldığında, her sene olduğu gibi elifbalar ve mushaflar rafa kaldırılmıştı. Tabi ki yüksek bir yere. Ne de olsa saygılı olmak lazımdı Kuran'a. Serdar'ın gittiği okula, Suriye ve Irak göçmenlerinden bir kaç ailenin çocukları da gelmişti. Arap kökenli olmaları nedeniyle, ve tabi ki Kuran kursunun henüz sıcak atmosferiyle, okuldaki diğer çocuklar tarafından otomatik olarak evliya ilan edilmişlerdi.

Ama bu göçmen çocukları, evliya olmanın ne kadar ağır bir yük olduğunu, mesela o mübarek kitabı sürekli yukarıda taşımaları gerektiğini, henüz bilmiyorlardı... Onlara göre Kuran'ı ezberlemek, anlamak ön plandaydı. Kuran'ı ellerinde değil, beyinlerinde taşıyorlardı. Dolayısıyla evliya olmanın ağır yükü ile çok da yüzleşmelerine gerek kalmamıştı.

Asıl ağır yük, Serdar ve arkadaşları ortaokula geçtiğinde ortaya çıkmıştı. Serdar, caminin yakınlarında bir yerlerde bir iki arkadaşıyla bekleyip Kuran'a gereken saygıyı göstermeyenlere hadlerini bildirmeye başlamışlardı. Ahirette sonsuz azab görmelerindense burada bir iki tekme tokat yeyip akıllarının başlarına gelmesi, "acı ilaç" ölçüsündeydi. Ne de olsa imanın en kuvvetli mertebesi, gördüğü kötülüğü elle düzeltmekti.

Serdar ve arkadaşlarının yaptıkları, başlangıçta saklı kaldı. Çünkü onlar büyüklerin gözdesiydi. Onlar hakkında şikayet edilinse bile küçük çocuklara mı inanılır dı yoksa o seçkin abilere mi inanılırdı? Fakat bu psikolojik hapis, mahallenin evliyaları için geçerli değildi.

Bir gün Serdar'ın küçük çetesinin radarına, bu göçmen çocukları girdi. Ezberlerini artırmak için taşıdıkları Kuran'ı bir torbaya koymuş, güle oynaya gidiyorlardı. Yaptıkları saygısızlık kendilerine bildirilince, artık yeterince palazlanmış Türkçe'leriyle karşılık vermişlerdi, "olm saçmalama." Serdar, bu cevabı sindirememişti, oğlanı bir ittirişte yere düşürdü. Tabi onunla birlikte torbadaki Kuran'lar da yere saçılmıştı. Serdar'ın yanındakiler gidip mushafları yerden aldılar, yerdeki evliyaya da kendi arkadaşları el uzattı. Kuran'larını ve derslerini alıp tekrar yola koyuldular. Ama onların başına gelenler, akşam kendi anne-babaları tarafından Ahmet Dede'ye aktarıldı.

Ahmet Dede, üzülmekle sinir arasında öyle bir gerildi ki. Aynen Tur Dağı'ndan inip kavimini buzağı heykeline taparken bulan Musa Peygamber gibi... Derin bir la havle çekti...

Serdar'a ders vermek gerekiyordu ama onun yaşındaki hassas psikolojideki bir ergene uygun ders nasıl olabilirdi? Önce buraya nasıl gelindiğini anlaması gerekiyordu. Serdar'ı çağırdı, onu dinledi. Ne yaptıklarını, niye yaptıklarını bir de onun ağzından öğrendi.

Ahmet Dede, Serdar ve arkadaşları için Kuran'dan bir demet ayet seçti. Fakat bu ayetleri okumaları için öncelikle temizlenmeleri gerekiyordu. Bunun birinci şartı da abdest değil, işledikleri zulümden temizlenmeleriydi. Hep beraber teker teker mahallenin evliyalarının evlerine gidip onlardan özür dilediler. Ondan sonra Ahmet Dede, torunu ve arkadaşlarını bir pastaneye götürdü. Birer limonata söyledi onlara. Ama kimse cesaret edip de önündeki bardağa dokunamadı.

Ahmet Dede önlerine mushafı koyup, birer yudum aldıktan sonra hem Arapça'sını hem de Türkçe'sini okumaları için ayetler gösterdi:

"Kendilerine Tevrat yüklenip de (Tevrat’ın farzları okunup da), sonra O’nu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) hali, ciltlerle kitap taşıyan merkebin hali gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötü. Ve Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez." (Cuma, 5)

"Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler." (Furkan, 63)

"Kötülüğü, en güzel olan şeyle uzaklaştır." (Müminun 96)

"İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet, 34)

"Ona (Firavun'a) yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar." (Taha, 44)

"Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir)." (Asr, 3)

Serdar ve arkadaşları, bu Kuran'la ilk defa tanışıyorlardı. O zamana kadar kurslarda hep harflerini okumakla yükümlü tutuldukları Kuran sayfaları haricinde sadece sondaki kısa sureleri okumuşlardı. Ama şimdi okyanuslara açılmış ve yeni kıtalar keşfetmiş gibi bir hal vardı üstlerinde. Hatta sürekli okudukları Asr Suresini bile yeniden keşfetmişlerdi. Hayretle karışık bir pişmanlık çöktü üstlerine.

Ahmet Dede, bu gençlerin biraz şevklendirmeye muhtaç olduklarını görmüştü. Onların başını okşadı teker teker. Sonra da kendi bir ayet açtı:

"Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını en güzel şekilde vermek için onlara fazlından arttırır. Ve Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır." (Nur, 37-38)

No comments:

Post a Comment