Monday, February 20, 2017

Ateizm Üzerine Düşünceler - 3


Ateizm bağlamında hedef tahtasına oturtulan olgulardan biri de peygamberliktir. "Senin benim gibi bir insan nasıl olur da evrenin nihai anlamını açıkladığını, yüce yaratıcıyla bağlantısı olduğunu iddia edebilir" tarzı sorular sorulur, mucizelerin uydurma olduğu yönünde itirazlar yapılır veya peygamberin psikolojik ve psikiyatrik sağlığıyla ilgili iddialar atılır.

Öncelikle, bu yapılan itirazların bir kısmı, tahrif edilmiş dinlerin kaynaklarındaki bazı bilgilerden dolayı zemin bulmaktadır. Bu yüzden, tamamen olmasa da kısmen anlaşılabilir bu ifadeler. Ne var ki, İslam'ın gelmesindeki gayelerden biri de, tahrif edilmiş bilgileri doğrultmak, peygamberler hakkındaki iftiraları temizlemek. Bundan dolayı, İslam çerçevesinde düşününce, peygamberlerin insanlardan bir insan oldukları ve fakat Allah tarafından seçilmiş elçiler olduklarını açıkça ortaya koymak gerek. Böyle olunca da bir kısım itirazlar zeminsiz kalacaktır.


İkinci olarak, bu seçilmiş insanların vazifelerinin bir göstergesi, en azından insanlığın ilkel devirleri itibariyle, mucizelerdi. Mucizeler, bazen aklın alamayacağı olaylar şeklinde bazen de gelecekten haber verme şeklinde gerçekleşebilirdi. Fakat tekrar etmek lazım ki bu tarzda bir bildirim, ilkel devirlerdeki zihinlerin peygambere inanması içindi. Son peygamber olan Hz Muhammed SAV de farklı mucizeler gösterdi ama en büyük mucizesi, öyle harika olaylar değil, kendi ahlakı ve getirdiği mesaj, yani Kuran'dı. Neden? Çünkü başka harikalıklara gerek kalmadan, hakikat, zaten insanın aklına, vicdanına uygundur, makyaja gerek yoktur. Doğal hayatın getirdiği ilkel koşullardan sıyrılıp akıl terazisi yeterince gelişmiş modern insanlar için de en önemli delil, güzel ahlak ve akla uygun sözdür. Nitekim Kuran da sürekli insanları akıllarını kullanmaya teşvik eder.
"Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz akıl edersiniz." (Bakara 242)
Bütün bunlardan sonra şunu da soralım: "Dinde hiç mi akla yatmayan şey yok? En azından mucizelere ne diyeceksin?" Evet, akılla açıklanamayacak şeyler de vardır dini kaynaklarda ve bir mü'min onlara inanır. Ne var ki,
  1. mucizeler özelinde düşünürsek, Kuran'da açıkça zikredilenler hariç, onların gerçekten olup olmadığını sorgulamak veya gerçekleşmediğine inanmak insanı dinden çıkarmaz. Asıl mesele, Allah'ın gücünün ve iradesinin sonsuz olduğu ve istediği her şeyi gerçekleştireceğine, gönderdiği peygamberin hak olduğuna inanmaktır.
  2. bu tarz hadiseler, adı üstünde, mucizedir. Aklı aciz bıraktığı için onlara öyle denmiştir. Bundan dolayı, zaten, peygamberle aynı devirde yaşayan kafirler "sihir, büyü" gibi kelimelerle topu taca atmaya çalışmışlardır. Dikkat edin, olayı inkar edemedikleri için, kitabına uydurmuşlardır.
  3. Kuran ve hadislerde geçen bir kısım ifadeler de ifade edildikleri devrin insanları tarafından manasız veya akla aykırı görülmesine rağmen daha sonra ortaya çıkan bilimsel gelişmelerle ancak anlaşılabilmiştir (evrenin genişlemesi, dünyanın etrafından eksiltilmesi, embriyonik gelişim, vs.). Eğer o ilk devrin müminleri, "aklımıza uymuyor" diye bu ayet ve hadisleri akla uydursalardı, dini tahrif etmiş olurlardı, ya da "akla uymayan şeylere inanamayız" deyip ayetleri inkar etselerdi, dinden çıkarlardı. Fakat bir mümine yakışan, iman etmektir. Buradaki mesele, aklı rehber edinmekle ve akla tapmak arasındaki bir seçimdir.

Mucizelerin akla zıt olduğunu iddia eden ateistler, bu noktada haklıdırlar, çünkü gerçekten zıttır. Öyle olmasaydı zaten, o kişinin peygamberliğine delil olmazdı. İşin enteresanı, Kuran'da pek çok yerde, inkar edenlerin "bizim gibi bir insan" küçümsemesine sığındıkları hatırlatılır. Yani, peygamber olan kişi mucize gösterse suç, göstermese suç!

Şimdi tam bu noktada, ateistlerin beklediği tarzda olayların gerçek olduğu bir hikaye yazalım. Bir peygamber farz edelim. İstenen her türlü harikulade işleri yapıyor. Onu gören herkes, "bu adamda doğa üstü güçler var" diye kabul etmek zorunda kalıyor, ama kimse de onun getirdiği mesaja inanmıyor olsun. Bu peygamberin vefatından sonra, yaptığı tüm harikalıklar, sonraki nesiller tarafından "geçmişten kalan efsaneler" haline gelecektir, çünkü öyle şeyleri akılla izah etmenin yolu yoktur. Yani, ateist olsun olmasın, bir insan mucizelere inanmak istemezse, onu zorlayacak bir etmen yoktur.

Dahası, mucizeleri inkar eden veya peygamberden sürekli bir şeyler göstermesini isteyen zihinlerdeki tanrı algısı, doğalın dışını kontrol eden ama doğal olanla ilgisi olmayan bir varlıktır. Yani eğer bir şeyi tanrı yaparsa, o şey akla zıt olacaktır, akla zıt olmayan yani doğal olan şeyler ise, tanrının kontrol dairesi dışındadır. Bu bakış açısı zaten baştan sakattır. Kuran'da pek çok yerde "ayet" olarak bize sunulan şeyler, bizim normal sayıp geçip gittiğimiz, bazen hakkında düşünmeye tenezzül bile etmediğimiz olay ve varlıklardır. Yani bizzat akılla açıkladığımız, formüle oturttuğumuz, olağan diye nitelendirdiğimiz şeylerdir. Şimdi durun ve sosyal medyada, abuk subuk şeyleri Allah'ın kudretinin delili olarak paylaşan ama etraflarındaki normal şeylerdeki harikalıklara hayret etmekten aciz saf zihinleri düşünün. Tamamen zavallılık. İşte bu hastalık, ister mümin ister ateist herkeste olabilmekte.
"Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler." (Yusuf 105)
Bu bağlamda bir başka nokta da, "o zaman iddia ettiğin musibeti getir de görelim" tarzı bir meydan okumadır. Yine yukarıda değinildiği gibi, Allah'ı görmeyi, olağanın dışında hesap eden, dahası, Allah'ı yapıcı değil yıkıcı olaylarda arayan kusurlu bir bakış açısıdır bu, ve yine hem mümin hem ateist herkes de olabilmektedir. Bundan dolayı zaten insanlar işler yolunda giderken kendilerine gelen sözlü uyarıları kâle almamakta, ille "bir musibet gelsin de ondan sonra ayağımızı denk alırız" moduna girmektedir. Yani kendince Allah'ı, Kendini göstermeye davet eden bu psikoloji, bir tür kibir yansıması olup Kuran'da yerilmiştir:
"Onlar mutlaka Allah’ın ve meleklerin, kendilerine buluttan gölgeler içinde gelmesini ve emrin (işin) bitirilmesini mi gözlüyorlar (bekliyorlar)? (Oysa) bütün emirler (işler) Allah’a döndürülür." (Bakara 210)


Mucizeye karşılık ateistlerin sığınağı bilimsel bulgulardır. Bilim aracılığıyla tahmin edilebilir ve kontrol edilebilir bir hal alan doğa ve evren, modern insan için bir güç kaynağı ve potansiyel olarak da bir kibir nedeni olmuştur. Her şeyi kontrol etme yetisini Allah'a yakıştıramayan ateist zihin, aynı yetiyi kendilerine almakta bir beis görmemektedirler.

Halbuki Bilim, tekrarlanabilen ve herkese teşmil edilebilen (objektif) gerçekler üzerine kuruludur. Mucize ise sadece bir insana mahsus olarak cereyan eder; tekrarı ve teşmili de olmaz. Tekrar etmeyen bir şey, bilimin sahasına girmez. Tekrarlanamaması, o şeyin olmadığı anlamına da gelmez. Durum böyle olunca da ateist bakış açısı böyle hadiseleri yok kabul eder. Ne var ki, kuantum mekaniği gibi akıl dışılık ve bilinemezlik prensipleri üzerine kurulu bir bilim dalını, aynı ateist mantalite gayet de güzel hazmeder! Benzer bir durumun insanlığın tarihinde cereyan etmiş olması ihtimaline bile kapalı olan bu duruş, bilimsellik ve rasyonellikle değil, ancak bir inançla izah edilebilir: "tanrının olmadığına inanç".

Bu noktada düşülen irrasyoneliteyi anlamak için Küçük Prens'ten bir kısmı burada nakletmek istiyorum:


Küçük prens 325, 326, 327. 328. 329 ve 330 numaralı asteroidlerin yakınlarında bulmuştu kendini. Bilgisini artırmak amacıyla hepsini tek tek dolaşmaya başladı.
İlkinde bir kral yaşıyordu. Kraliyet morundan kürklü kaftanıyla hem çok sade. hem de çok muhteşem görünen bir tahta kurulmuştu.
"İşte bir kul!" diye bağırdı küçük prensin geldiğini görünce. Küçük prens, "Beni daha önce hiç görmediği halde tanıyabiliyor?" diye sordu kendi kendine. Krallar için her şeyin ne kadar basit olduğunu bilmiyordu. Onlara göre bütün insanlar kuldu. Yaklaş, seni daha iyi göreyim," dedi kral. Sonunda birisine krallık edeceği için gururlanıyordu. Küçük prens oturacak bir yer bulmak için çevresine bakındı. Ama bütün gezegen kralın muhteşem kürküyle kaplıydı. Bu yüzden ayakta bekledi; yorulduğu için de esnedi.
"Kral huzurunda esnemek son derece yakışıksız bir şeydir," dedi kral. "Bunu hemen yasaklıyorum."
"Elimde değil ki. Kendimi tutamıyorum." dedi küçük prens. Çok utanmıştı. "Uzun yoldan geliyorum ve hiç uyumadım..."
"Peki öyleyse," dedi kral, "esnemeni emrediyorum. Yıllardır esneyen birini görmedim. Esnemek bir merak konusu benim için. Haydi şimdi! Esne! Bu bir emirdir." Küçük prens, "Korkarım, bir daha esneyemem..." diye mırıldandı. Utancından kıpkırmızıydı şimdi. Kral, "Hımmm..." diye başını salladı. "O halde sana emrediyorum, bazen esneyeceksin, bazen de... Bazen de..."
Bir iki kekeledi. Kafası karışmış gibiydi. Çünkü gerçekte kralın derdi her ne biçimde olursa olsun krallığına saygı gösterilmesiydi. Dik başlılığa hiç gelemezdi. En büyük otorite oydu. Ama çok iyi bir insan olduğu için mantıklı emirler veriyordu.
"Bir generalime, eğer martıya dönüşmesini emredersem ve general de bu emrime uymazsa bu generalin değil benim hatamdır," diyordu.
Küçük prens çekingen bir sesle, "Oturabilir miyim?" diye sordu.
"Oturmanı emrediyorum," dedi kral ve heybetli hareketlerle kaftanının ucunu çekti. Küçük prensin aklına bir şey takılmıştı. Çok küçük bir gezegendi bu. Kral kime krallık ediyordu ki? "Efendim," dedi, "umarım size bir soru soracağını için beni bağışlarsınız..."
Kral, "Soru sormanı emrediyorum," diyerek rahatlattı onu.
"Efendim, siz kimin kralısınız?"
"Her şeyin," dedi kral şaşılacak derecede içtenlikle.
"Her şeyin mi?"
Kral eliyle kendi gezegenini, ötekileri ve bütün yıldızları gösterdi.
"Hepsinin mi!" diye sordu küçük prens.
Kral, "Hepsinin," diye yanıtladı. Egemenliği yalnızca mutlak değil, aynı zamanda evrenseldi de. "Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?"
"Tabii ki," dedi kral, "hiç aksatmadan hem de. Baş kaldırmalarına asla izin vermem."
Bu küçük prens için inanılmaz bir şeydi. Böyle bir güç onda olsaydı iskemlesini yerinden bile oynatmadan günbatımını günde yalnız kırk dört kez değil, yetmiş iki kez, yüz kez, hatta iki yüz kez izleyebilirdi. Geride bıraktığı küçük gezegenini hatırlamak onu biraz üzmüştü. Kraldan bir dilekte bulunmak için bütün cesaretini topladı. "Bir günbatımı görmeliyim... Lütfen benim için güneşe batmasını emreder misiniz?"
"Generalime bir kelebek gibi çiçekten çiçeğe uçmasını emredersem, ya da trajik bir piyes yazmasını istersem, ya da bir martı olmasını emredersem ve general de bu emrimi yerine getirmezse kim suçludur?" diye küçük prense sordu kral. "General mi, yoksa ben mi?"
"Siz," dedi küçük prens yüksek sesle.
"Doğru," dedi kral. "İnsan herkesten verebileceklerini istemeli. Bir otoritenin kabul görmesi mantıklı olmasına bağlıdır. Eğer halkınıza gidip kendilerini denize atmalarını emrederseniz size isyan ediverirler. Bana gelince... Emirlerime uyulmasını istemek benim hakkım. Çünkü ben mantıklı emirler veriyorum."
"Peki benim günbatımı?" diye hatırlattı küçük prens. Sorduğu bir soruyu asla unutmazdı.
"İstediğin günbatımı olsun. Gereken emri vereceğim. Ama benim yönetim ilkelerime göre, uygun koşulların oluşması için daha beklemeliyim."
"Bu ne zaman olur?"
"Hımmm, hımmm..." diyerek kral kalın ciltli bir ki- taba baktı. "Evet, akşamleyin tam sekize yirmi kala. Emirlerime nasıl uyulduğunu o zaman göreceksin."
Küçük prens esnedi. Günbatımı şimdilik suya düşmüştü. Ayrıca sıkılmaya da başlamıştı biraz. "Burada yapacak bir şeyim kalmadı," dedi. "Yola koyulmalıyım artık."
"Gitme," dedi kral. Birine krallık yapmaktan dolayı mutlu olmuştu. "Gitme, seni bakan yapacağım!"
"Ne bakanı?"
"Şey... Adalet bakanı!"
"Ama burada yargılanacak hiç kimse yok ki!"
"Bundan emin olamayız," dedi kral. "Krallığımın her yanını dolaşmadım henüz. Çok yaşlıyım. Araba için burası çok küçük. Yürümek de beni yoruyor."
"Ben çoktan baktım bile!" dedi küçük prens. Bir kez daha gezegenin arka yüzüne bakıp geldi. Hiç kimse yoktu gerçekten... "O halde kendini yargılayacaksın," dedi kral. "En zoru da budur. Kendini yargılamak başkasını yargılamaya benzemez. Eğer kendini yargılamayı başarabilirsen, o zaman gerçek bilgeliğe ulaşmışsın demektir."
"Evet," dedi küçük prens, "ama kendimi her yerde yargılayabilirim. Bunun için bu gezegende kalmama gerek yok ki."
"Hımm," dedi kral. "Gezegenimin bir yerlerinde yaşlı bir farenin var olduğu konusunda kuşkularım var. Geceleri sesini duyuyorum. Onu yargılayabilirsin. Zaman zaman ona ölüm cezası verirsin. Böylece yaşaması sana bağlı olur. Ama onu hep bağışlarsın. Tutumlu davranmalıyız, çünkü elimizde başkası yok."
"Ben kimseye ölüm cezası vermek istemiyorum," dedi küçük prens. "Hem sanırım artık gitme zamanım geldi."
"Hayır," dedi kral. Gitmeye kararlı olan küçük prens yaşlı kralı üzmek istemiyordu.
"Yüce kralım eğer emirlerine aynen uyulmasını istiyorlarsa," dedi, "bana akla uygun bir emir vermeliler. Örneğin bir dakika içinde burayı terk etmemi emretmeliler. Çünkü sanırım koşullar bunun için uygundur."
Kral bir şey söylemedi. Küçük prens bir an duraksadı. Sonra yerinden kalktı. "Seni büyükelçi yapacağım," dedi kral arkasından çabucak. Bakışlarında otoriter bir hava vardı bunları söylerken. "Şu büyükler çok tuhaf," dedi küçük prens ve yola koyuldu.
 Benzer bir hadise, ilginçtir, Hz İbrahim AS ve Nemrut arasında da gerçekleşmiştir. Bakara suresinde anlatılan hadiseyi okuyalım:

"Allah’ın kendisine meliklik (hükümdarlık) vermesi sebebiyle (azarak) Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartışan kimseyi görmedin mi? İbrâhîm (a.s) (ona): “Benim Rabbim ki O, diriltir ve öldürür.”demişti. (O da): “Ben de diriltir ve öldürürüm.”dedi. İbrâhîm (a.s): “Öyleyse muhakkak ki Allah, Güneş’i doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir.”dedi. O zaman (Allah’ı) inkâr eden kimse şaşırıp kaldı (cevap veremedi). Allah zâlimler kavmini hidayete erdirmez." (Bakara 258)
Yani evrenin matematiğini biz yapmıyoruz. Var olanı ortaya çıkarıp onu kullanıyoruz. Tamamen kendi heveslerimize göre bir evren düzeni kuramayacağımız gibi şu ana kadarki teknoloji tarihi göstermektedir ki insanlar kendi faydalarına göre düzenlemelere gittikçe çevrenin düzenini bozmaktadır.

Bütün bu açıklamalara rağmen insanoğlunun mantığı, her zaman saf bir şekilde şuuruna yansımaz. Daha önceden de konuştuğumuz gibi insanın nefsi, önyargıları, kültürel şartlar, vs. bazen mantığına uyan şeyleri kabul etmemesini, bazen mantığına uymayan şeyleri kabullenmesini veya bazen de mantığını hiç kullanmamasını netice verebiliyor. Bu durumda da ana kaynaklarda bildirilen bilgilerin bir kısmı, akılla çatışmasa da insanlara sıcak gelmeyebiliyor. Böyle durumlar da psikolojik olarak ateist insanlara fırsat çıkarıyor.










Sunday, February 19, 2017

Ateizm Üzerine Düşünceler - 2


Ateistleri dinlediğinizde veya o konulardaki kaynakları taradığınızda farkedeceğiniz bir diğer mesele de insanın her yerde insan olduğudur. Bu ne demek?

Kameralarımızı İslam'la ve müslümanlarla alakalı tartışmalara çevirelim; neler görürüz? Çoğunluk ılımandır, ama azınlık bir kısım aşırı dinciler vardır. Bu aşırı dincilerin vicdan ve akılla izah edilemeyecek tavırlarından dolayı bütün müslümanlar hüküm giyer. Bununla beraber çoğunluk dediğiniz müslümanların da kendi dinleri hakkındaki bilgi seviyeleri tartışılabilir. Kendilerine yöneltilen sorular karşısında tepkiselleşebilirler ve kutuplaştırıcı söylemleri dillendirebilirler. "Müslümanların hatalarından dolayı İslam hüküm giyemez" derler ama, "o zaman doğru İslam nerede?" sorusuna tatminkar cevap veremezler. Öte yandan dile getirdikleri faziletli davranışlar ve prensiplerin İslam'dan kaynaklandığını ve kendileri de müslüman oldukları için şanslı olduklarını söylerler, ama bizzat kendi hayatlarında o davranış ve prensipleri uygulamazlar. Kuran ve hadislerde dile getirilenleri okurlar, ama kendilerine göre önder bildikleri kişilerin bu kaynaklardaki bilgileri çarpıtması karşısında "bir bildiği vardır" deyip akıllarını şuurlu bir şekilde susturabilirler... Doğrusuyla yanlışıyla bu genelleme listesi uzatılabilir.


Bütün bunları niye gün yüzüne çıkartıyoruz şimdi? Hani asıl mesele ateistlere cevap yetiştirmek değil miydi? Önceki yazıda da değindiğim gibi, asıl mesele birilerine cevap yetiştirmek değil. Çünkü öyle bir tavır, hakikat davası değil, üstünlük davası olur. Dahası, öyle bir tavır, kendi iç dünyasındaki cevaplanmamış soruları sıvama psikolojisinin dışa vurumu olur. Önceki paragrafta dile getirdiğim kirli çamaşırlar, tam da bu maksatla. Ateist olduğunu söyleyen kişilerle etkileşen müslümanların genellikle sergiledikleri tavırlar, ya kendi dinlerine cehaletleri ya irrasyonel söylemleri ya da psikolojik savunma mekanizmaları nedeniyle, itici bir hal almaktadır. Bu da ne muhatap için ne de o müslüman için bir fayda sağlamamaktadır. O yüzden, önce kendimize bakmakta fayda vardır. Ateizm eksenli söylenen itiraz ve sorunsalları, kendi iman dünyamızla ilgili cahilliklerimizi ve rasyonel boşluklarımızı gidermek adına bir çağrı olarak algılamak gerekir.

Öte yandan bütün bunlar, hiç kimseye bir şey anlatmayalım demek de değildir. Sadece biraz aklımızı kullanarak ve Kuran'daki davete icabet ederek pek çok meseleyi halletmek mümkündür. Nasıl mı?

"İşte onlar hayırlarda yarışırlar. Ve onlar, onda (hayırlarda) öne geçenlerdir." (Müminun 61)
Mesela ateist kişilerle birlikte hayır işlerinde ortak çalışılabilir. İhtiyacı olanlar için gıda yardımı, kitap yardımı toplamak, çevrenin korunması için ortak çalışmalar yapmak, görme engelliler için kitap seslendirmek, yaşlılar evindekilere ziyaretler yapmak, vs. ... Bunlar sırasında da hiç bir şekilde kimseyi hiç bir konuda ikna etmeye çalışmanıza da gerek yok. Emin olun onun sizi anlamadığı kadar sizin de onu anlamadığınızı farkedeceksiniz.


Anlayacağınız bir başka husus da, ateistlerin de insan olduğu ve onların da kendi görüşleriyle ilgili bilgi eksiklikleri, mantıksal boşlukları olduğu, sırf saplantı yaptıkları bazı noktalar olduğu ve tartışma ortamının psikolojisi ile lüzümsuz inatlaşabildikleri. Aynen müslümanlar gibi... Çünkü onlar da insan! Tabi ki bunları siz anlarken onların da farketmesine ortam hazırlamış olacaksınız. Yani çift taraflı kazan-kazan girişimi.. Tek bir tartışmaya gerek kalmadan.. Sadece Kuran'ın davetine icabet ederek...

Bismillah








Friday, February 17, 2017

Ateizm Üzerine Düşünceler - 1


Farkında olsun olmasın, Allah'a inansın inanmasın bütün insanların, istedikleri her şeyi aslında Allah'tan istedikleri ve onların bu dualarına cevap verenin de Allah olduğu Kuran'da bize bildirilir:
"Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister." (Rahman 29) 
"Ve kim dünya sevabı isterse, kendisine ondan veririz, ve kim ahiret sevabı isterse, kendisine ondan veririz." (Ali-İmran 145)
"Fakat insanlardan kim: “Rabbimiz bize dünyada ver.” derse, ahirette onun bir nasibi yoktur. Ve onlardan (insanlardan) kim: “Rabbimiz bize dünyada hasene (güzellik ve iyilikler) ver ve ahirette de hasene (güzellik ve iyilikler) ver. Bizi ateşin azabından koru.” derse işte onlar ki, onların, kazandıklarından (kazandıkları derecelerden dolayı) nasibi vardır." (Bakara 200-202)

Bu ayetleri okuyunca, şöyle bir soru geliyor akla: Bir insan Allah'a ve ahiret gününe inandığı halde sadece dünyayı isteyip ahireti boşverebilir mi? Elbette ki hayır; ama zaten başta da dediğimiz gibi, bir şekilde Allah'a inanmayan insanlar kabul etse de etmese de onların ihtiyaçlarına cevap veren, yaptıkları işlerin sonuçlarını, meyvelerini yaratan Allah'tır CC. Bu durumda da, O'na inanmadan bir hayat yaşayan insanlar, aslında Allah'tan sadece dünyayı isteyen ama O'ndan ahireti istemeyenler grubuna girmiş oluyor. Elbetteki aynı gruba giren çok farklı düşünceden insanlar olabilir, fakat bu yazıda ben, ateizm eksenli konuşmak istiyorum.

En baştan da hemen belirtmeliyim ki yaşadığımız zaman diliminde yapılması en zor ve hata payı en yüksek olan bir şey, aşırı genelleyici laflar etmektir. Bu yüzden de bir şekilde kendisini uzaktan yakından ateistlikle ilişkilendiren insanlar hakkında, kapsamlı ve büyük sözler söylemek istemem. Yine de, bu farklı akımların ortak paydası olduğunu düşündüğüm olgular hakkında aklımda şekillenenleri paylaşmak istiyorum.


Ateistlerle konuşursanız veya ateist kaynaklara göz atarsanız, hemen şunu farkedebilirsiniz. Ateizm ikidir: ateizm-i tahkîkî, ateizm-i taklîdî. Yani bazı insanlar, özellikle gençler, kafalarındaki sorulara cevap bulamadıkları için, yaşanan sosyal çalkantılar vicdanlarını sızlattığı için, dinî kimlikleri ile öne çıkan insanların akılla, vicdanla, merhametle bağdaşmayan tavırları gerçek İslam'ı sakladığı için ortada kalmaktalar ve etraftan da bir iki örneği benimseyerek kendilerini ateist olarak tanımlamaktadırlar. Ne var ki bu tarz bir ateizm, taklîdîdir. Gerçekten düşünülüp taşınılıp, tamamen şüphesiz bir şekilde karara bağlanmış bir ateizm değildir. Böyle bir insanla konuştuğunuzda, soracağınız sorular karşısında bocalayabilir, ama vicdanındaki yaralar ve içinde bulunduğu hayat koşulları nedeniyle o bataklıktan çıkamaz da. Öte yandan, onun soruları da cevapsız kaldığı için bulunduğu rotanın yanlış olduğunu göremez de.

Tahkîkî ateizm ise farklıdır. Bu insanlar dini kaynakları okumuşlardır, hem de farklı dinlerden. Hatta o dinlerin mensuplarından bile daha fazla bilgiye sahip olabilirler. Kafalarında oluşan sorulara cevaplar aramış, ilgili kaynaklara ve uzmanlara başvurmuş, ne var ki tatminkar bir cevap alamadıkları için de din-iman eksenli bilgilerin rasyonel olmadığı kanısına varmışlardır. Sosyal olaylar çerçevesinde gördükleri çirkinlikler de, kafalarında oluşmuş olan din paradigması ile örtüşmüştür ve böylece bulundukları çizgi üzere kararlı hale gelmişlerdir. Ne var ki bu insanlar, meseleyi bir defa hallettikten sonra rafa kaldırma bağnazlığına da düşecekler diye bir şart da yoktur. Bu konuları kendi çevrelerinde defaatle tartışırlar, yeni sorular sorarlar ve onları cevaplamaya çalışarak konumlarını tekrar tekrar gözden geçirirler. Yani dini sorgularken gösterdikleri hassasiyeti, kendilerini sorgulama adına da gösterebilirler. Çünkü akıl ve mantığı, vicdanı, eşsiz ve yeri doldurulamaz önder olarak görmektedirler. (Bunun neresi yanlış diye bir soru aklınıza geldi mi? Bence de güzel ve üzerinde düşünülmesi gereken bir soru bu.)


Tanımladığımız bu iki kategori, aklî alt yapısı itibariyle geçerli. Yalnız, farklı kriterlere göre, farklı kategoriler de söz konu olabilir tabi ki. Mesela, kendi düşünceleri doğrultusunda bir hayat yaşarken tamamen insanlardan bir insan, güzel ahlak örneği sergileyen bir komşu, bir arkadaş şeklinde olanlar varken, kendi ateistik düşüncesini kibrine angaje etmiş ve başka türlü düşünce ve hayat tarzlarını tolere edemeyecek "kökten ateistler" de söz konusudur. Bu da meselenin psikolojik yanını yansıtmaktadır. İlk gruptaki insanlarla siz de gayet barış ve huzur içerisinde yaşayabilecekken ikinci grup, sizi kafasında tanımladığı etiket içerisine hapsetmiştir, tartışmaya açamazsınız da.

Şimdi bu ayrımlar niye önemli? Öncelikle aynı ve daha farklı ayrımlar, hayatın başka alanlarında da söz konusudur, sadece iman-ateizm ekseninde değil. Bu nüanslara dikkat etmek, zamanımızda yaşayan insanların genel bir ahlakı olması lazım. İkincisi, muhatabınız karşısında nasıl bir tavır takınacaksınız hususunda Kuran ve hadisten gelen bilgileri doğru anlamak için, bu ayrımlar önemli. Kibir ve tahkik karışımı bir ateist mantalite ile taklit ve insanlık karışımı bir ateist mantaliteye veya daha farklı bir kombinasyona aynı muameleyi uygulayamazsınız. Yeri gelmişken hemen de belirteyim, bu iki kategorinin hiç biri için, Kuran'da ölüm emri vs. geçmemektedir, her ne kadar bir takım gafiller zıttına uygulamalar sergilese de...

Üçüncüsü, ateistlerin sorduğu bazı sorular ve gördükleri bazı paradokslar, bizim, dinimizi daha iyi anlamamıza ve imanımızın daha da aklî zemine oturmasına vesile olabilir. Bu yüzden, tepkisel davranmak yerine, bu tarz "challenge"ları (akabeleri(?), rampaları(?)), Allah'ın bizi davet ettiği iman serüvenleri olarak görebiliriz. Daveti getirene değil, davetin kendisine bakmak lazım.


Dördüncüsü, ateist görüntü arkasındaki nüansları farketmek, her soru ve itirazın da cevaplanmaya değer olmadığını anlamak açısından önemlidir. Kimi insan yüz soru sorsa ve hepsini cevaplasanız, adamın derdi yüzbirinciyi sormaktır. O zaman sizin de cevap üretme refleksine saplanıp boş yere kafanızı meşgul etmenize gerek yoktur. Bu şunun gibidir. Çarpma işlemini bilen birisi, kafasına takılan her çarpma işleminin cevabını o an bulmak zorunda değildir; hatta hiç bulmak zorunda da değildir. Mesela 143290 sayısı ile 567983 sayısının çarpımını şu an söyleyememeniz, sizin çarpma işlemini bilmediğiniz anlamına gelmez, çarpma işleminin kökten yanlış olduğu manasına da gelmez. Sadece gerek yoktur. Gerektiği zaman hesaplanır. Din-imanla alakalı olarak da paranoyak bir şekilde soru-cevap obsesyonuna girmeye gerek yoktur. İsterseniz binlerce cevap sıralayın, Allah'a karşı suçluluk psikolojisi içerisine girmiş bir vicdanı, O'na teslim olmaktan başka ne rahatlatabilir ki?







Thursday, February 16, 2017

Bol Bol Tesbih


Bip-bip-bip-bip-bip-bip-bip-bip-bip-bip

- Aloo... subhanallah subhanallah subhanallah...

- ...

- Meraba, n'aber kııız? subhanallah subhanallah subhanallah...

- ...

- Bak ne diicem; bugün öğleden sonra bizim Semra'da gün yapıyoruz, gelcen mi? subhanallah subhanallah subhanallah...

- ...

- İyi, tamam o zaman. Ben kısır yapıyorum, sen de bir şeyler yapcan mı? subhanallah subhanallah subhanallah...

- ...

- Bak ben yeni şeyler öğrendim. on bin defa lailaheillallah çekince, bir o kadar subhanallah çekince bütün günahların affoluyomuş diyolar. Ben de başladım ona. Aralıksız yapıyorum. Ama çok yavaş ilerliyo. Elimde zikrometre, televizyon seyrederken bile onu çekiyom. subhanallah subhanallah subhanallah...

- ...

- Valla seni bilmem tatlım. Bunu bitirince de çocuğunun alim olması için dört bin defa okunması gereken dua varmış. Artık ezberlicem onu; otururken, kalkarken, yürürken, gaste okurken, telefonda konuşurken, internette oyun oynarken hep onu okucam; yeter ki oğlum alim olsun. subhanallah subhanallah subhanallah...

- ...

- Seni dinliyor muyum? Tabi ki dinliyorum, ayol. O nassı söz? subhanallah subhanallah subhanallah...

- ...

- Tamam canım. Hadi öptüm. subhanallah subhanallah subhanallah...







Saturday, February 4, 2017

Nisa 34'le İlgili Düşünmediklerimiz


Bu yazının asıl konusuna girmeden evvel, biraz uzunca bir giriş yapmak ihtiyacı hissediyorum. Efendim denir ki, bir sözün değerini anlamak için "kim demiş, kime demiş, hangi makamda demiş, ne demiş" şeklinde 4 sorunun cevaplanması gerekir. Buna benzer şekilde, bir sözün doğru anlaşılması için de kimin dediğine, kime dediğine, hangi bağlamda dediğine ve ne dediğine bakılması gerekir. Kuran'daki ayetler özelinde konuşursak, bu soruları şu şekilde açmak mümkündür:


1- Kuran, tamamıyla Allah'ın kelamıdır, ama bahis mevzuu noktayı çalışırken Allah'ın hangi isimlerinin ışığında okumalar yapacağız?

2- Kuran, öncelikle Hz Muhammed SAV'e inmiştir ve O, bizlere onu duyurmuştur. Dolayısıyla, Kuran, kendine ilk muhatap olan kişinin anlayıp uygulamasını garantiye alacak bir şekilde gelmiş olmalıdır. Bu noktada, iki husus öne çıkmaktadır. İlki, Kuran'a muhatap olmak için, Peygamber'in bakış açısını anlamak gerekir. İkincisi, bunun mümkün olmadığı durumlarda, O'nun Kuran'ı tatbikini yol gösterici almak gerekir. Bu iki durumdan biri olmadan Kuran'ı doğru anlamaya aday bir muhatap olmak mümkün değildir.

3- Bütün sözlerin doğru anlaşılması için, ait oldukları bağlamdan koparılmadan ele alınmaları gerekir. Bu açıdan, Kuran'daki bir ayetin doğru anlaşılması için hem Kuran'ın bütününe ait bağlamdan hem de ayetin geçtiği yerdeki özel bağlamdan koparılmaması gerekir. Özellikle ilk noktayı, yani Kuran'ın genel bağlamı noktasını, tekrar vurgulamak istiyorum, çünkü hakim olan bakışta sadece lokal bağlam vurgulanır, ki onu bile ihmal edenler olmaktadır.

4- Kuran'da kullanılan kelimelerin direk sözlük anlamları, insanların aklına yatmadığı zaman, mecaz veya ikinci/üçüncü manalara bakılmakta ve meallere de bu yorumlanmış sözcükler konmaktadır. Bu durumda da ayetin zamanlar üstü içeriği, insanların yorum süzgecinden geçtiği için mana kaymalarına veya mana kısıtlılığına maruz kalmaktadır. Bu yüzden, Kuran'dan bir ayet anlaşılmaya çalışılırken orijinalinde hangi kelimelerin seçildiği ve onların birinci/ikinci/üçüncü ve mecaz manalarının hepsini ele almak gerekir. Bu mana genişliğine vurgu sadedinde alimler demişlerdir ki "dinin naslarıyla çatışmadığı müddetçe, Kuran'dan çıkarılan bütün manalar muraddır." Dolayısıyla aynı ayetin birden fazla manası olabilir, veya farklı zamanlarda, farklı şartlarda farklı yorumlar mümkün olabilir. Bu çeşitlilik içerisinde sapıtmamak için de insana ölçü olarak sünnet, Kuran'ın genel bağlamı ve ayetin özel bağlamı ışık tutacaktır.


Bu açıklamalardan sonra belirtilmesi gereken bir diğer husus da, Kuran'ı anlamak isteyen kişinin yalnız olmadığıdır. Allah'ın kelamını anlayıp hayatına uygulamak isteyen, yani Kuran'a muhatap olmak için samimi gayret sarfeden, bu noktada Allah'a karşı sevgi ve saygı içerisinde titreyen bir kalbin sahibine yol gösterici bizzat Allah CC'dur.
"Bu muazzam kitabı sana indiren O'dur. Onun âyetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitabın esasıdır. Âyetlerin bir kısmı ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşabih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah'tan başkası bilemez. İlimde ileri gidenler: “Biz ona olduğu gibi inandık. Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir. ” derler. Bunları ancak tam akıl sahipleri düşünüp anlar ve şöyle yalvarırlar: Ey bizim kerîm Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhab Sensin Sen! Sen, geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde bütün insanları bir araya toplayacaksın. Allah sözünden asla dönmez." (Ali İmran, 7-9)
Yukarıdaki ayette gözümüze çarpan iki özellik, gerçek ilim ehli olanların "doğru bundan ibarettir" tarzı bir dışlayıcılığa ve gurura düşmemeleri ve kendilerince doğru olduğunu düşündükleri şeyle ilgili de hata payını gözden kaçırmamaları. Yani kısaca, Kuran uzayında yeni keşiflere yelken açarken Allah korkusunun tevazu olarak ete kemiğe bürünmesi...

Buraya kadar konuştuklarımızı özetlemek gerekirse, Nisa Suresi 34. ayet de dahil, bütün ayetlerin doğru anlaşılabilmesi için öncelikle Kuran'a muhatap olma kalitesine yükselmek lazım, sonra da işin edebine, âdâbına uygun olarak anlamaya çalışmak lazım.


Şimdi bu girişten sonra, asıl konumuza gelelim. Nisa Suresi 34. ayetle ilgili farklı tartışmalar, yorumlar dolaşmakta. Konuyla ilgili açıklamalara girmeden evvel, ayetin meşhur mealini ve buna bina edilen tartışma başlıklarını kısaca görelim:

"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür." (Diyanet Vakfı meali)

Bu mana üzerine öne sürülen itirazlar ise şu şekilde özetlenebilir:
1- Erkekler, kadınlardan niye üstün olsun ki?
2- Kadının iyiliğinin ölçüsü, mutlak manada erkeğine itaat etmesi midir?
3- Dövmek kabul edilebilir bir uygulama olamaz!

En başta dile getirdiğimiz muhataplık kalitesini ve bir kelamı anlamaya yönelik dört prensibi kullanarak bu ayeti anlamaya ve ilgili itirazları açıklığa kavuşturmaya çalışalım.


Öncelikle bu ayette, bir takım koşullara bağlı olarak erkeklere verilmiş bir sorumluluk söz konusudur. Bu sorumluluk nedir: kavvâmûn olmak. Kavvam kelimesi Türkçe'ye çevrilirken "üstün, koruyucu, sorumlu, yönetici, üstünde söz sahibi, gözetici, idareci, hakim" gibi manalar verilmiştir. Ahmet Tekin meali ise, kelimenin farklı izdüşümlerini etraflıca sıralayarak daha doğru bir çeviri sunmuştur:
"ailede, aileyi ayakta tutmakla, eğitimlerini, gelişmelerini, aile fertlerinin İslam’da sebatını temin ile mükellef; denetleyerek sorumluluklarının gereğini yapmalarını sağlayan, hizmet eden, ailede işleyen, kalıcı bir düzen kuran, sorumlu meşrû bir otorite sahibi, aile reisidirler"
Kavvam kelimesi, kıvamına erdiren manasına gelmektedir aslında. Fakat bir insanı kıvamına erdirmek diye bir genel kullanım olmadığı için, meal veya tefsir yazanlar, kendi zamanlarında ve coğrafyalarında hakim olan kültür ve paradigmalara göre, ve tabi ki kendi bilgi birikimlerine göre, manalar yüklemişlerdir bu kelimeye. Halbuki, Ahmet Tekin mealinde sunulduğu üzere, üstünlükten ziyade bir sorumluluk tarafı vardır bu kelimenin. Benzer bir karmaşa, başka ayetlerle ilgili olarak da ortaya çıkmakta ve yanlış anlaşılmalara ve gereksiz itirazlara sebep olabilmektedir.


Öte yandan, verilen bu vazifenin iki tane de ön koşulu vardır. Yani "her XY kromozomlu homo sapiens yaratığı, kavvamdır" diye bir durum söz konusu değildir. Peki o koşullar nelerdir? Öncelikle, ayetin başında belirtildiği üzere, fıtri olarak kabiliyetli oldukları yönlerde onlara bir vazife düşmektedir. Bu açıdan bakıldığında, "o zaman kadınların da kendi fıtri üstünlükleri yönüyle erkeklere üstünde kavvam olmaları gerekmez mi" diye de bir soru sorulabilir ve çok da güzel olur. Bu durumda da gerek bu ayet gerekse başka ayetlerin yorumu için biyolojik erkeklik değil fonksiyonel erkeklik kavramı ortaya çıkacaktır. Fonksiyonel erkeklik terimini sevmediyseniz, daha farklı bir isim bulabilirsiniz.

Ayette verilen vazifenin ikinci önkoşulu ise erkeklerin kadınlar için yaptıkları harcamalardır. Bu noktada, insanların ihtiyaçlarının (lükse kaçmadan) yeterince karşılanması ve elbette yapılan harcamaların helalinden kazanılıp helalinden harcanması gerekir. Peki bu açılardan müslümanların genel durumu nasıl? Konumuzla alakalı iki çalışmadan faydalanarak bu soruyu cevaplamaya çalışalım. İlki, ülkelerin ekonomik İslâmîlik endeksi. 2010 yılında yapılan bu çalışmada, İslam'da geçen ekonomik esaslar kriter olarak kullanılmış ve dünyadaki bütün ülkeler sıralanmış. Her ne kadar o günden bugüne işler daha iyiye gitmemiş olsa da, ilk 76 ülkenin sıralaması şöyle:


Müslüman ülkeler, bu İslâmî ekonomi listesinin ilk sıralarında yer almıyorlar; enteresan değil mi?

İkinci olarak, yeni açıklanan yolsuzluk algısı endeksini dikkatlerinize sunmak istiyorum. Bu çalışmada ölçülen, bir ülkedeki yolsuzluk değil, ülkenin bizzat kendi insanlarının kendi ülkeleri hakkındaki yolsuzluk algısı. Yani sizin ülkenizi bir başka ülke insanı değil bizzat siz değerlendiriyorsunuz. Buna göre bakın durum nasıl:


Yukarıdaki şekilde renk kırmızılaştıkça, yolsuzluk algısı artıyor. Bu sonuçlar 2016 yılına ait. Önceki yıllarla kıyaslamak isterseniz, detaylı sonuçları yukarıdaki linkten bulabilirsiniz. Yolsuzluk algısı sonuçlarına göre yolsuzluk, müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin de dahil olduğu bir grup ülkede yüksek; ve durum iyiye gitmiyor.

Şimdi kendimize soralım. Müslüman ülkelerde geleneksel olarak erkeklerin ekonomiyi çevirdiği ve kadınların bağımsız ekonomik güçlerinin olmadığı gerçeğini göz önünde bulundurursak, yukarıdaki çalışmalar gösteriyor ki erkekler, kadınlar için hiç de İslamî bir ekonomik altyapı sunamamaktadırlar. Bu durumda da bizzat kendileri kıvama erdirilmeye muhtaç olan erkekler, kadınlar için o vazifeyi yapabilirler mi? O zaman bu ayetten illa erkekler için bir mana çıkarılacaksa o da erkeklerin adam olup haram ve kul hakkından kaçınmaları gerektiğidir. Kendisi yan gelip yatarken bir de üstünlük davası güden erkekler içinse, Allah insaf versin diyelim...

Üçüncü bir husus da, ayetin sonunda Rabbimiz'in bize verdiği ışık kaynakları. Yani, hangi ismin ışığında bu ayeti değerlendirmemiz, anlamamız gerekiyor diye sorduğumuzda aldığımız cevap: Aliyy ve Kebir. Yani Allah'ın üstün oluşu ve kibrin sadece Allah'a mahsus oluşu. Açıkça belirtiliyor ki "size Allah'ın verdiği sorumluluk veya fıtratlarla kendinizin üstün olduğu yanılgısına kapılmayın, çünkü asıl üstünlük ve büyüklük Allah'ındır." Dolayısıyla, kavvamlık vazifesini yaparken kendimizin büyüklüğü, üstünlüğü gibi hislere kapılıyorsak veya o manaya gelecek tavırlar sergiliyorsak, Allah'a ait olanı kendimize atfediyoruz demektir. Kaş yaparken göz çıkarıyoruz demektir.


Şimdi, buraya kadarki incelememiz sırasında ipuçlarını verdiğim bir kaç kavram üzerinden konuyu daha da genişletmek istiyorum. Bugünlerde olduğu gibi Kuran'ın nazil olduğu zamanda da kadınlar ara sıra Peygamber Efendimiz'e SAV gelmişler ve Kuran'ın muhatabının hep erkekler olmasından dolayı sıkıntılarını dile getirmişlerdir. Enteresandır ki bu yakınma ne zaman olsa, direkt ayet nazil olarak durumun öyle olmadığını belirtmiştir. Hatta bazı ayetler, erkek ve kadınlara aynı vazifeleri yüklerken ikisini de teker teker zikretmiştir (örneğin Bakara 187, Âli İmran 195). Böylece, Kuran'ın birincil/ana muhatabının erkekler olmadığı, sözün sahibi tarafından açıklanmıştır. Ama öte yandan, gramer olarak baktığınızda ise, muhatabın erkekler gibi görünmesi söz konusudur. Burada bir zıtlık söz konusu değil midir? Değilse çözüm nedir?

Başka ayetler üzerinden bu soruya cevap bulmaya çalışalım:
"Mü'minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağını yerine getirdi ve şehid oldu, kimi de şehitliği beklemektedir. Verdikleri sözü münafıklar gibi değiştirmediler." (Ahzab, 23)
Bu ayette geçen "kimseler" kelimesinin Arapça orijinalinde ricalün ibaresi vardır, aynen Nisa 34'te olduğu gibi. Pek çok meal, Ahzab 23'ün mealini verirken "öyle adamlar, öyle erler, öyle delikanlılar, ..." tarzı ifadelere yer verirler, ki rical kelimesi sözlükte erkek demektir. Fakat her halükarda buradan kalkıp da kimse, yiğitliği veya Allah'a verdiği sözde durma işini erkeklere has kılmaz. Yiğitlik, kadın-erkek herkeste olabilir. Allah'a verdiği sözde sabır göstermek herkeste olabilir.
"öyle kimseler vardır ki, bunları ne ticaret, ne de kazanma hırsı, Allah'ı anmaktan, namaza devamlı ve duyarlı olmaktan ve zekat vermekten alıkoyabilir. Onlar, kalplerle gözlerin dehşetle ters döneceği günden korkarlar." (Nur, 37)
Yine bu ayetin başında geçen "kimseler" ifadesinin orijinali ricalün'dür. Bir takım mealler bu kelimeyi sözlük manasına sadık kalarak "adamlar, erler" şeklinde çevirse de pek çoğu, "kimseler" ifadesini kullanır. Ama hiç kimse de bu ayetten hareketle dünyalık kazanma hırsının namaza ve zekata engel olamaması faziletini erkeklere has kılmaz. Bu genel bir fazilettir, herkeste olabilir.

O zaman karşımıza şu çıkıyor. Bu ayetlerde geçen "rical" kelimesi, fonksiyonel bir ifadedir. Yani kromozomlarında XY olan herkes yiğit olamadığı gibi, kromozomları XX olan kişiler yiğit olamaz diye bir şey yoktur. Veya aynı şekilde kromozomlarında XY olan herkes ibadet-dünya dengesini kuramayabilirken kromozomlarında XX olanlardan da bu dengeyi gayet güzel kuranlar çıkabilir.


Yine teyemmüm iznine zemin teşkil eden Nisa Suresi 43. ayetteki "kadınlarınıza dokunduysanız" ifadesinden yola çıkıp, hiç kimse teyemmüm izninin erkeklere has olduğunu iddia etmez. Aksine, erkek zamiriyle verilen bu örnek, genel bir izindir.
"Eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayak yolundan (hacet yerinden) gelmişseniz yahut kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin, (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize sürün." (Nisa, 42)
Farklı bir örnek de, kadınlara ait bir gramer kullanımından gelsin:
"İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar." (Abese, 33-36)
Hesap gününden bahsedilen bu ayetlerde, "eşinden" ifadesi, aslında "karısı" manasına gelen "sahibetihi" kelimesinin çevirisidir. Ama bu tek yönlü gözüken ifadeden yola çıkıp, hesap gününde kocaların karılarından kaçacağı ama karıların kocalarından kaçmayacağı gibi bir yoruma gitmeyi kimse aklından geçirmemektedir. Demek ki bu kullanımda başka bir mana saklıdır. Allah bilir bu kullanımın bir hikmeti, erkeklerdeki ferdiyetçilik karakterine gönderme yaparak, hesap gününde kadın-erkek herkesin kendi başına olacağı ve birbirinden yardım alamayacağı manasına vurgu yapmaktır.

Bu incelemeyi devam ettirmeden önce bir noktayı netleştirelim. Ayetlerde geçen gramer veya kelime seçimlerine rağmen anlamın farklı yönde olması gerektiği sonucuna nasıl ulaşırız? Cevap açık: akıl-mantık-vicdan. Salim akılla düşünen ve zorlamalı yollara girmek istemeyen herkes bunu görebilir. Burada kastedilen yaklaşımı fonksiyonellik olarak tanımlayalım. Pekiyi, bu farklı anlamları bulmaya çalışırken yanlış yolda olmadığımızı nasıl bilebiliriz? Kısaca formüle etmek gerekirse: 1- yanlış yapmış olma ihtimalini göz ardı etmeden tevazu ile adım atarak ve farklı görüşlerin varlığına saygı duyarak, 2- Kuran'daki temel ve açık esaslarla zıtlığa düşmeyerek, 3- Daha doğrunun farkına varıldığında egoları konuşturmak yerine değişim yönünde irade gösterip Allah'a tevbe ederek.

Yukarıda yaptığımız fonksiyonelliğe ait kısa açıklamanın güzel bir örneği, savaş atları yetiştirme bağlamında görülebilir:O halde onlara karşı toplayabildiğiniz kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla hem Allah’ın, hem de sizin düşmanınız olan bu insanları, hem de sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiği başka düşmanları yıldırıp caydırabilesiniz; ve bilin ki, Allah yolunda her ne sarfederseniz, size bütünüyle ödenecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.O halde onlara karşı toplayabildiğiniz kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla hem Allah’ın, hem de sizin düşmanınız olan bu insanları, hem de sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiği başka düşmanları yıldırıp caydırabilesiniz; ve bilin ki, Allah yolunda her ne sarfederseniz, size bütünüyle ödenecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.O halde onlara karşı toplayabildiğiniz kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla hem Allah’ın, hem de sizin düşmanınız olan bu insanları, hem de sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiği başka düşmanları yıldırıp caydırabilesiniz; ve bilin ki, Allah yolunda her ne sarfederseniz, size bütünüyle ödenecek ve size haksızlık yapılmaya
O halde onlara karşı toplayabildiğiniz kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla hem Allah’ın, hem de sizin düşmanınız olan bu insanları, hem de sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiği başka düşmanları yıldırıp caydırabilesiniz; ve bilin ki, Allah yolunda her ne sarfederseniz, size bütünüyle ödenecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.

O halde onlara karşı toplayabildiğiniz kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla hem Allah’ın, hem de sizin düşmanınız olan bu insanları, hem de sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiği başka düşmanları yıldırıp caydırabilesiniz; ve bilin ki, Allah yolunda her ne sarfederseniz, size bütünüyle ödenecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.
Allah düşmanlarıyla size düşman olanları ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği düşmanları korkutmak için onlara karşı kullanmak üzere gücünüz yettiği kadar kuvvet ve besili at hazırlayın, Allah yolunda ne harcarsanız size karşılığı tamamıyla ödenecektir ve asla zulme uğramayacaksınız.(8/60)
Bu ayette, açık bir şekilde savaşta kullanılmak veya politik anlamda kullanılmak üzere at beslenmesi gerektiği belirtildiği halde bugün hiç kimse bu ayeti, içinde "at" kelimesi açıkça geçtiği halde, bu yönde anlamamakta, bunun yerine fonksiyonellik açısından bakıp güncel olarak yorumlamaktadır. Yukarıda arz ettiğim ve aşağıda da aktaracağım ayetlerde ve asıl bahsimiz olan Nisa Suresi 34. ayette de aynı fonksiyonellik söz konusudur.

Örneğin, Hucurat Suresi'nden bir kullanım görelim:
"Bedeviler inandık dediler. De ki; Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Hucurat, 14)
Bu ayetin başında geçen "bedeviler dediler" kısmındaki fiil çekimi (gâletil a'rabu), dişi özneye işaret etmekte iken öznenin kendisi bedevilerdir. Elbette ki bedeviler arasında erkekler ve kadınlar da vardır ama onlara bu çekimle işaret edilmesi, ayetin kalanında da ifade edildiği üzere onlardaki korku nedeniyle boyun eğme psikolojisinden dolayıdır. Yoksa onların biyolojik cinsiyetlerine işaret söz konusu değildir. Zaten tefsirlerde de, bu kullanımdan yola çıkarak bedevilerin cinsî yönelimleri bahis mevzuu olmaz.

Aynı fonksiyonel fiil çekimi kullanımı, Yusuf Suresi'nde de vardır:
"Şehirde birtakım kadınlar, “Aziz’in karısı, (hizmetçisi olan) delikanlısından murad almak istemiş. Ona olan aşkı yüreğine işlemiş. Şüphesiz biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler." (Yusuf, 30)
Burada da "kadınlar dediler" kısmındaki fiil çekimi (gâle nisvetün), erkek özneye işaret ettiği halde öznenin kendisi dişidir. Yine aynı şekilde buradan yola çıkarak kimse, o kadınların cinsel yönelimleri hakkında yorum yapmaz. Çünkü o kullanım, fonksiyoneldir. Allah'u a'lem bu şekilde, çıkarttıkları söylentiler vesilesiyle o kadınların oluşturduğu baskının gücüne işaret vardır.

Bir başka benzer ve enteresan kullanım da peygamberler hakkında:
Onlara gelen Rasuller: “Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında bir şüpheniz mi var? Halbuki, günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak, belli bir süreye, ömürlerinizin sonuna kadar size vâde tanımak için sizi kendisine kulluğa, imana, ibadete, itaate davet ediyor.” dediler. (14/10)
Bu ayette "rasuller dediler" ibaresindeki fiilin çekimi dişi-tekil için olmasına karşın rasuller, çoğul bir ifadedir ve Kuran'daki başka ayetler de (21/7, 16/43) rasullerin sadece erkek olduğunu açıkça belirtmiştir. Şimdi "erkek ve çoğul" olan bir gruba "dişi ve tekil" fiil çekimi uygulanmasından yola çıkarak hiç kimse kadınlardan peygamber geldiğini söylememiştir. Allah bilir buradaki kullanımın hikmeti, onların aynı mesajı getirmeleri nedeniyle yek vücut olmalarına ithafen tekillik ve o topluluk içerisindeki inkarcı güçlüler yanında zayıf kalmalarına ithafen de dişiliktir.

Demek ki, Kuran'ın bazı ayetlerini yorumlarken, her ne kadar gramer olarak sadece erkek veya sadece kadın kullanımı söz konusu olsa da mana olarak fonksiyonellik asıl olabilir. Benzer bir hususu, imamlık kavramıyla alakalı olarak başka bir blogda paylaşmıştım. Şimdi bu "fonksiyonellik" bakış açısını kullanarak asıl konumuz olan Nisa Suresi 34. ayete bakalım.

İdarecilik, üstünlük, hakimlik, vs. şeklinde çevrilen Arapça ibare olan "kavvam", sözlükte "kıvamına erdiren" manasına gelir. O zaman ayetin başında gelen "rical", XY kromozomu taşımak manasına değil, muhatabını, kendi fıtratıyla barışık şekilde Allah'ın rızasına yöneltmek, o yönde istikamete ermesine yardımcı olmak manasına gelir. (Bu detaylandırmayı, ayetin öncesi ve sonrasına ve kavvam kelimesinin ruhuna göre ben yapıyorum. Doğrusunu Allah bilir.) O zaman, bu ayetin geri kalanına muhatap olmak için öncelikle, 1- karşınızdaki kişinin fıtratını tanıyor musunuz ve 2- onun Allah'ın rızasına kilitlenmesi için öncelikle siz Allah'ın rızasına kilitlenmiş misiniz şeklinde iki ana soru karşımıza çıkar. Bu sorulara evet cevabı veremiyorsanız, ayetin geri kalanını doğru anlamanız ve doğru uygulamanız mümkün değil demektir. Dolayısıyla bu ayetin muhatabı olmaya ehil değilsiniz demektir. Bu durumda Nisa suresinin 34. ayeti, bir hedef gösteriyor: önce kendini tanı, eşini tanı ve her halükarda kendi gururunun değil Allah'ın hoşnutluğunun peşinde olma kıvamına gel!

Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) eviçi şiddet istatistikleri incelendiğinde, müslümanlar olarak kavvam olma noktasına pek de yakın olmadığımız görülür. Aşağıdaki şekilden de anlaşılacağı üzere eviçi şiddet problemi, dünya çapında bir sorun olarak öne çıkmaktadır. Ne var ki müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde daha da kritik hal almaktadır. Yani, peygamberin çizgisinden ve Kuran'a muhatap olabilme kıvamından uzaklaşılmıştır.



Gerektiği gibi muhatap makamında değilsek, ne yapacağız pekiyi? O zaman yapabileceğiniz en iyi şey, o kıvamda olan birisinin yaptıklarını taklit ederek işe başlamaktır, onu ölçü almaktır. Yani kısaca Hz. Muhammed'in SAV sünnetini rehber edinmektir.

Bu açıdan peygamberimizin eşleri ile olan ilişkisine bakıldığında, tam da yukarıda bahsettiğimiz gibi "herkesi kendi fıtrat çizgisinde Allah'ın rızası yolunda kıvamına erdirme" hedefli bir hayat çizgisi görürüz. Hadislerde de "sizin en hayırlınız, kadınlarınıza en hayırlı olanınızdır" buyrulur, bu meyanda. Ve her ne kadar cahiliye devri itibariyle kadınların aşırı baskılanması söz konusu olsa da Peygamber'in hayatı süresinde kadınların toplumdaki statüsü öncesiyle kıyas kabul etmeyecek şekilde yükselmiş, sahabeler arasında "eşlerimize kötü bir şey yaparız da hakkımızda ayet iner" diye bir korku hasıl olmuştur. Dolayısıyla başlangıçta dile getirilen itirazların, bu ayete en haklı ve en liyakatlı muhatap olan Peygamber'in uygulamasında bir karşılığı olmadığı görülür. Üstünlük hususunda ise noktayı, bizzat alemlerin Rabbi koyar:
"Allah indinde en şerefli olanınız, en takvalı olanınızdır." (Hucurat 13)
Son olarak "dövme" mevzuu var. Nisa Suresi 34. ayetin farklı meallerine bakmak isterseniz bu linke gidebilirsiniz. Farklı mealleri karşılaştırdığınızda, hiç bir düşünce ameliyesi yapmadan daha, şunu göreceksiniz: azınlık da olsa bazı mealler, dövme kelimesini içermemektedir bile! O zaman, itirazlara konu olan ve tarihe mâl olmuş yorumlar, muameleler nereden geliyor? Bu sorunun cevabı kısmen buraya kadar anlatılanlar arasında verildi, kısmen de yine başka bir blogumda değindim.

Şimdi bir nefes alıp tekrar bakalım. Görüntü itibariyle itirazlara sebep olan bir ayet var. Gerçekten öyle mi diye bakınca öyle olmadığını görüyoruz. O zaman bu ayet ne demek istiyor?

Öncelikle şunu teslim etmek lazım. Her bir ayetin sayısız manası olabilir. Aşağıda dile getirilenler, bunlardan sadece biri olabilir. Doğrusunu Allah bilir.


Nasıl ki çocuğun eğitimi anne-babaya emanet edilmiştir, eşler de birbirlerine emanet edilmiştir. Veda hutbesi de ayet de (Bakara, 187) bunu açıkça ifade eder. Nisa Suresi'ndeki ayetin nazil olduğu devirlerde, erkek egemen bir toplum olduğu için kavramların o eksende algılanması, ayetin genel manasını bozmaz. Emanet edilme, birbirine hayırhah olma çift yönlüdür. Emanette emin olmanın, yani (biyolojik değil) fonksiyonel manada adam olmanın, ilk şartı da, Allah'a karşı takva sahibi olmaktır, kendini üstün görmemektir. Bu mana, yukarıda Nur ve Ahzab surelerinden alıntılanan ayelerde açıkça vurgulanmıştır.

Bu ilk şarttan sonra ikinci husus, sana emanet edilen kişide gelecek ve güvenlik endişesine sebep vermemektir. Neden? Çünkü gelecek kaygısı olan veya senin yanında güvenli hissetmeyen kişi, başka kapılardan medet umabilir, eşlerin birbirlerine karşı sadakatsizlik göstermelerine neden olabilir. Bundan dolayı kazancından veya mal varlığından harcama yaparak eşler birbirlerinde güvence sağlayacaklardır.

Bu ön şartlar sağlanırsa, yani eşler kendileri takvaya kilitlenmiş olurlarsa, hayat arkadaşlarının da aynı yolda ilerlemesi için gayret ederlerse ve ekonomik kaygılara da meydan verilmiyorsa, saliha kadının "kanitin" özelliğine imkan tanınmış olur. Kanitin, her ne kadar bu ayette itaatkar diye çevrilse de Bakara 238. ayette aynı kelime, itaat manasını dışlamamakla birlikte, gönülden bağlanma şeklinde çevrilmiştir pek çok mealde. Zoraki bir ilişkiye katlanan kadın resmedilmiyor yani.


Kendisine gayri fıtri yükler yüklenmediği halde, gelecek/geçim endişesine mahal verecek koşullarda da yaşamadığı halde ve Allah korkusuna sahip, sadık bir eşe sahip olduğu halde, hala kendisi sadakatsizliğe yeltenen diğer eş için ne yapılabilir? Yapılabilecek farklı şeyler olabilir, ancak bunları özetleme babından Nisa suresi 34. ayet kısa bir reçete sunuyor. İnsanı cezalandırmak için değil onu kazanmak ve Allah'ın rızasına yönelmesini sağlamak (yani kısaca kıvamına erdirmek) için, Allah korkusu ve bu korkunun teşvik ettiği şefkat ile şu önlemler alınabilir: nasihat, yatağını ayırma ve son olarak pek çok mealde "dövmek" olarak çevrilen muamele.

Bu son noktaya son açıklamayı getirmeden evvel, ön hazırlık olarak bir kaç soru sormak gerek. Yukarıdaki paragrafta dile getirilen şartları sağlayan bir eş olduğunuz halde, eşiniz başkaları ile haddi aşan ilişkilere giriyorsa, neler hissedersiniz? İşte o hisler terbiye edilmediği zaman, "kızını dövmeyen dizini döver", "kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etme" şeklinde atasözlerine dönüşür. Kadın ve kıskançlık cinayetleri ayyuka çıkar. Böyle bir uygulamanın İslam'la alakası olmadığı, buraya kadar bahsedilenlerden anlaşılmıştır diye umuyorum.

Herşeye rağmen sadakatsizliğe yeltenen eşe karşı yapılacak muameleyi, çoğunluğa rağmen bir-iki meal "evinden çıkarma" şeklinde çevirmiş. Hadiste ise, misvakla hafifçe dokundurma örneği ile açıklanmış. Yani, pek çok mealde dövmek olarak çevrilen kelime, zaman içerisinde anlam kaymasına maruz kalmıştır. Öte yandan, muhataplık kıvamı açısından meseleye bakarsak, bir zebaninin "döv" emrinden anladığı ile bir meleğin aynı emirden anladığı çok farklıdır. Aynı şekilde Nisa 34'e layıkıyla muhatap olan kişinin, o ayetin genel bağlamı (insan kazanma) doğrultusunda uygulayacağı muamele ile liyakatsiz muhatap olan kişinin uygulaması arasında fark olacaktır. Dolayısıyla öncelikle düzeltilmesi gereken bizim muhataplık kıvamımız ve bundan doğan anlayışımızdır. Allah en doğrusunu bilir.