Monday, February 20, 2017

Ateizm Üzerine Düşünceler - 3


Ateizm bağlamında hedef tahtasına oturtulan olgulardan biri de peygamberliktir. "Senin benim gibi bir insan nasıl olur da evrenin nihai anlamını açıkladığını, yüce yaratıcıyla bağlantısı olduğunu iddia edebilir" tarzı sorular sorulur, mucizelerin uydurma olduğu yönünde itirazlar yapılır veya peygamberin psikolojik ve psikiyatrik sağlığıyla ilgili iddialar atılır.

Öncelikle, bu yapılan itirazların bir kısmı, tahrif edilmiş dinlerin kaynaklarındaki bazı bilgilerden dolayı zemin bulmaktadır. Bu yüzden, tamamen olmasa da kısmen anlaşılabilir bu ifadeler. Ne var ki, İslam'ın gelmesindeki gayelerden biri de, tahrif edilmiş bilgileri doğrultmak, peygamberler hakkındaki iftiraları temizlemek. Bundan dolayı, İslam çerçevesinde düşününce, peygamberlerin insanlardan bir insan oldukları ve fakat Allah tarafından seçilmiş elçiler olduklarını açıkça ortaya koymak gerek. Böyle olunca da bir kısım itirazlar zeminsiz kalacaktır.


İkinci olarak, bu seçilmiş insanların vazifelerinin bir göstergesi, en azından insanlığın ilkel devirleri itibariyle, mucizelerdi. Mucizeler, bazen aklın alamayacağı olaylar şeklinde bazen de gelecekten haber verme şeklinde gerçekleşebilirdi. Fakat tekrar etmek lazım ki bu tarzda bir bildirim, ilkel devirlerdeki zihinlerin peygambere inanması içindi. Son peygamber olan Hz Muhammed SAV de farklı mucizeler gösterdi ama en büyük mucizesi, öyle harika olaylar değil, kendi ahlakı ve getirdiği mesaj, yani Kuran'dı. Neden? Çünkü başka harikalıklara gerek kalmadan, hakikat, zaten insanın aklına, vicdanına uygundur, makyaja gerek yoktur. Doğal hayatın getirdiği ilkel koşullardan sıyrılıp akıl terazisi yeterince gelişmiş modern insanlar için de en önemli delil, güzel ahlak ve akla uygun sözdür. Nitekim Kuran da sürekli insanları akıllarını kullanmaya teşvik eder.
"Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz akıl edersiniz." (Bakara 242)
Bütün bunlardan sonra şunu da soralım: "Dinde hiç mi akla yatmayan şey yok? En azından mucizelere ne diyeceksin?" Evet, akılla açıklanamayacak şeyler de vardır dini kaynaklarda ve bir mü'min onlara inanır. Ne var ki,
  1. mucizeler özelinde düşünürsek, Kuran'da açıkça zikredilenler hariç, onların gerçekten olup olmadığını sorgulamak veya gerçekleşmediğine inanmak insanı dinden çıkarmaz. Asıl mesele, Allah'ın gücünün ve iradesinin sonsuz olduğu ve istediği her şeyi gerçekleştireceğine, gönderdiği peygamberin hak olduğuna inanmaktır.
  2. bu tarz hadiseler, adı üstünde, mucizedir. Aklı aciz bıraktığı için onlara öyle denmiştir. Bundan dolayı, zaten, peygamberle aynı devirde yaşayan kafirler "sihir, büyü" gibi kelimelerle topu taca atmaya çalışmışlardır. Dikkat edin, olayı inkar edemedikleri için, kitabına uydurmuşlardır.
  3. Kuran ve hadislerde geçen bir kısım ifadeler de ifade edildikleri devrin insanları tarafından manasız veya akla aykırı görülmesine rağmen daha sonra ortaya çıkan bilimsel gelişmelerle ancak anlaşılabilmiştir (evrenin genişlemesi, dünyanın etrafından eksiltilmesi, embriyonik gelişim, vs.). Eğer o ilk devrin müminleri, "aklımıza uymuyor" diye bu ayet ve hadisleri akla uydursalardı, dini tahrif etmiş olurlardı, ya da "akla uymayan şeylere inanamayız" deyip ayetleri inkar etselerdi, dinden çıkarlardı. Fakat bir mümine yakışan, iman etmektir. Buradaki mesele, aklı rehber edinmekle ve akla tapmak arasındaki bir seçimdir.

Mucizelerin akla zıt olduğunu iddia eden ateistler, bu noktada haklıdırlar, çünkü gerçekten zıttır. Öyle olmasaydı zaten, o kişinin peygamberliğine delil olmazdı. İşin enteresanı, Kuran'da pek çok yerde, inkar edenlerin "bizim gibi bir insan" küçümsemesine sığındıkları hatırlatılır. Yani, peygamber olan kişi mucize gösterse suç, göstermese suç!

Şimdi tam bu noktada, ateistlerin beklediği tarzda olayların gerçek olduğu bir hikaye yazalım. Bir peygamber farz edelim. İstenen her türlü harikulade işleri yapıyor. Onu gören herkes, "bu adamda doğa üstü güçler var" diye kabul etmek zorunda kalıyor, ama kimse de onun getirdiği mesaja inanmıyor olsun. Bu peygamberin vefatından sonra, yaptığı tüm harikalıklar, sonraki nesiller tarafından "geçmişten kalan efsaneler" haline gelecektir, çünkü öyle şeyleri akılla izah etmenin yolu yoktur. Yani, ateist olsun olmasın, bir insan mucizelere inanmak istemezse, onu zorlayacak bir etmen yoktur.

Dahası, mucizeleri inkar eden veya peygamberden sürekli bir şeyler göstermesini isteyen zihinlerdeki tanrı algısı, doğalın dışını kontrol eden ama doğal olanla ilgisi olmayan bir varlıktır. Yani eğer bir şeyi tanrı yaparsa, o şey akla zıt olacaktır, akla zıt olmayan yani doğal olan şeyler ise, tanrının kontrol dairesi dışındadır. Bu bakış açısı zaten baştan sakattır. Kuran'da pek çok yerde "ayet" olarak bize sunulan şeyler, bizim normal sayıp geçip gittiğimiz, bazen hakkında düşünmeye tenezzül bile etmediğimiz olay ve varlıklardır. Yani bizzat akılla açıkladığımız, formüle oturttuğumuz, olağan diye nitelendirdiğimiz şeylerdir. Şimdi durun ve sosyal medyada, abuk subuk şeyleri Allah'ın kudretinin delili olarak paylaşan ama etraflarındaki normal şeylerdeki harikalıklara hayret etmekten aciz saf zihinleri düşünün. Tamamen zavallılık. İşte bu hastalık, ister mümin ister ateist herkeste olabilmekte.
"Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler." (Yusuf 105)
Bu bağlamda bir başka nokta da, "o zaman iddia ettiğin musibeti getir de görelim" tarzı bir meydan okumadır. Yine yukarıda değinildiği gibi, Allah'ı görmeyi, olağanın dışında hesap eden, dahası, Allah'ı yapıcı değil yıkıcı olaylarda arayan kusurlu bir bakış açısıdır bu, ve yine hem mümin hem ateist herkes de olabilmektedir. Bundan dolayı zaten insanlar işler yolunda giderken kendilerine gelen sözlü uyarıları kâle almamakta, ille "bir musibet gelsin de ondan sonra ayağımızı denk alırız" moduna girmektedir. Yani kendince Allah'ı, Kendini göstermeye davet eden bu psikoloji, bir tür kibir yansıması olup Kuran'da yerilmiştir:
"Onlar mutlaka Allah’ın ve meleklerin, kendilerine buluttan gölgeler içinde gelmesini ve emrin (işin) bitirilmesini mi gözlüyorlar (bekliyorlar)? (Oysa) bütün emirler (işler) Allah’a döndürülür." (Bakara 210)


Mucizeye karşılık ateistlerin sığınağı bilimsel bulgulardır. Bilim aracılığıyla tahmin edilebilir ve kontrol edilebilir bir hal alan doğa ve evren, modern insan için bir güç kaynağı ve potansiyel olarak da bir kibir nedeni olmuştur. Her şeyi kontrol etme yetisini Allah'a yakıştıramayan ateist zihin, aynı yetiyi kendilerine almakta bir beis görmemektedirler.

Halbuki Bilim, tekrarlanabilen ve herkese teşmil edilebilen (objektif) gerçekler üzerine kuruludur. Mucize ise sadece bir insana mahsus olarak cereyan eder; tekrarı ve teşmili de olmaz. Tekrar etmeyen bir şey, bilimin sahasına girmez. Tekrarlanamaması, o şeyin olmadığı anlamına da gelmez. Durum böyle olunca da ateist bakış açısı böyle hadiseleri yok kabul eder. Ne var ki, kuantum mekaniği gibi akıl dışılık ve bilinemezlik prensipleri üzerine kurulu bir bilim dalını, aynı ateist mantalite gayet de güzel hazmeder! Benzer bir durumun insanlığın tarihinde cereyan etmiş olması ihtimaline bile kapalı olan bu duruş, bilimsellik ve rasyonellikle değil, ancak bir inançla izah edilebilir: "tanrının olmadığına inanç".

Bu noktada düşülen irrasyoneliteyi anlamak için Küçük Prens'ten bir kısmı burada nakletmek istiyorum:


Küçük prens 325, 326, 327. 328. 329 ve 330 numaralı asteroidlerin yakınlarında bulmuştu kendini. Bilgisini artırmak amacıyla hepsini tek tek dolaşmaya başladı.
İlkinde bir kral yaşıyordu. Kraliyet morundan kürklü kaftanıyla hem çok sade. hem de çok muhteşem görünen bir tahta kurulmuştu.
"İşte bir kul!" diye bağırdı küçük prensin geldiğini görünce. Küçük prens, "Beni daha önce hiç görmediği halde tanıyabiliyor?" diye sordu kendi kendine. Krallar için her şeyin ne kadar basit olduğunu bilmiyordu. Onlara göre bütün insanlar kuldu. Yaklaş, seni daha iyi göreyim," dedi kral. Sonunda birisine krallık edeceği için gururlanıyordu. Küçük prens oturacak bir yer bulmak için çevresine bakındı. Ama bütün gezegen kralın muhteşem kürküyle kaplıydı. Bu yüzden ayakta bekledi; yorulduğu için de esnedi.
"Kral huzurunda esnemek son derece yakışıksız bir şeydir," dedi kral. "Bunu hemen yasaklıyorum."
"Elimde değil ki. Kendimi tutamıyorum." dedi küçük prens. Çok utanmıştı. "Uzun yoldan geliyorum ve hiç uyumadım..."
"Peki öyleyse," dedi kral, "esnemeni emrediyorum. Yıllardır esneyen birini görmedim. Esnemek bir merak konusu benim için. Haydi şimdi! Esne! Bu bir emirdir." Küçük prens, "Korkarım, bir daha esneyemem..." diye mırıldandı. Utancından kıpkırmızıydı şimdi. Kral, "Hımmm..." diye başını salladı. "O halde sana emrediyorum, bazen esneyeceksin, bazen de... Bazen de..."
Bir iki kekeledi. Kafası karışmış gibiydi. Çünkü gerçekte kralın derdi her ne biçimde olursa olsun krallığına saygı gösterilmesiydi. Dik başlılığa hiç gelemezdi. En büyük otorite oydu. Ama çok iyi bir insan olduğu için mantıklı emirler veriyordu.
"Bir generalime, eğer martıya dönüşmesini emredersem ve general de bu emrime uymazsa bu generalin değil benim hatamdır," diyordu.
Küçük prens çekingen bir sesle, "Oturabilir miyim?" diye sordu.
"Oturmanı emrediyorum," dedi kral ve heybetli hareketlerle kaftanının ucunu çekti. Küçük prensin aklına bir şey takılmıştı. Çok küçük bir gezegendi bu. Kral kime krallık ediyordu ki? "Efendim," dedi, "umarım size bir soru soracağını için beni bağışlarsınız..."
Kral, "Soru sormanı emrediyorum," diyerek rahatlattı onu.
"Efendim, siz kimin kralısınız?"
"Her şeyin," dedi kral şaşılacak derecede içtenlikle.
"Her şeyin mi?"
Kral eliyle kendi gezegenini, ötekileri ve bütün yıldızları gösterdi.
"Hepsinin mi!" diye sordu küçük prens.
Kral, "Hepsinin," diye yanıtladı. Egemenliği yalnızca mutlak değil, aynı zamanda evrenseldi de. "Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?"
"Tabii ki," dedi kral, "hiç aksatmadan hem de. Baş kaldırmalarına asla izin vermem."
Bu küçük prens için inanılmaz bir şeydi. Böyle bir güç onda olsaydı iskemlesini yerinden bile oynatmadan günbatımını günde yalnız kırk dört kez değil, yetmiş iki kez, yüz kez, hatta iki yüz kez izleyebilirdi. Geride bıraktığı küçük gezegenini hatırlamak onu biraz üzmüştü. Kraldan bir dilekte bulunmak için bütün cesaretini topladı. "Bir günbatımı görmeliyim... Lütfen benim için güneşe batmasını emreder misiniz?"
"Generalime bir kelebek gibi çiçekten çiçeğe uçmasını emredersem, ya da trajik bir piyes yazmasını istersem, ya da bir martı olmasını emredersem ve general de bu emrimi yerine getirmezse kim suçludur?" diye küçük prense sordu kral. "General mi, yoksa ben mi?"
"Siz," dedi küçük prens yüksek sesle.
"Doğru," dedi kral. "İnsan herkesten verebileceklerini istemeli. Bir otoritenin kabul görmesi mantıklı olmasına bağlıdır. Eğer halkınıza gidip kendilerini denize atmalarını emrederseniz size isyan ediverirler. Bana gelince... Emirlerime uyulmasını istemek benim hakkım. Çünkü ben mantıklı emirler veriyorum."
"Peki benim günbatımı?" diye hatırlattı küçük prens. Sorduğu bir soruyu asla unutmazdı.
"İstediğin günbatımı olsun. Gereken emri vereceğim. Ama benim yönetim ilkelerime göre, uygun koşulların oluşması için daha beklemeliyim."
"Bu ne zaman olur?"
"Hımmm, hımmm..." diyerek kral kalın ciltli bir ki- taba baktı. "Evet, akşamleyin tam sekize yirmi kala. Emirlerime nasıl uyulduğunu o zaman göreceksin."
Küçük prens esnedi. Günbatımı şimdilik suya düşmüştü. Ayrıca sıkılmaya da başlamıştı biraz. "Burada yapacak bir şeyim kalmadı," dedi. "Yola koyulmalıyım artık."
"Gitme," dedi kral. Birine krallık yapmaktan dolayı mutlu olmuştu. "Gitme, seni bakan yapacağım!"
"Ne bakanı?"
"Şey... Adalet bakanı!"
"Ama burada yargılanacak hiç kimse yok ki!"
"Bundan emin olamayız," dedi kral. "Krallığımın her yanını dolaşmadım henüz. Çok yaşlıyım. Araba için burası çok küçük. Yürümek de beni yoruyor."
"Ben çoktan baktım bile!" dedi küçük prens. Bir kez daha gezegenin arka yüzüne bakıp geldi. Hiç kimse yoktu gerçekten... "O halde kendini yargılayacaksın," dedi kral. "En zoru da budur. Kendini yargılamak başkasını yargılamaya benzemez. Eğer kendini yargılamayı başarabilirsen, o zaman gerçek bilgeliğe ulaşmışsın demektir."
"Evet," dedi küçük prens, "ama kendimi her yerde yargılayabilirim. Bunun için bu gezegende kalmama gerek yok ki."
"Hımm," dedi kral. "Gezegenimin bir yerlerinde yaşlı bir farenin var olduğu konusunda kuşkularım var. Geceleri sesini duyuyorum. Onu yargılayabilirsin. Zaman zaman ona ölüm cezası verirsin. Böylece yaşaması sana bağlı olur. Ama onu hep bağışlarsın. Tutumlu davranmalıyız, çünkü elimizde başkası yok."
"Ben kimseye ölüm cezası vermek istemiyorum," dedi küçük prens. "Hem sanırım artık gitme zamanım geldi."
"Hayır," dedi kral. Gitmeye kararlı olan küçük prens yaşlı kralı üzmek istemiyordu.
"Yüce kralım eğer emirlerine aynen uyulmasını istiyorlarsa," dedi, "bana akla uygun bir emir vermeliler. Örneğin bir dakika içinde burayı terk etmemi emretmeliler. Çünkü sanırım koşullar bunun için uygundur."
Kral bir şey söylemedi. Küçük prens bir an duraksadı. Sonra yerinden kalktı. "Seni büyükelçi yapacağım," dedi kral arkasından çabucak. Bakışlarında otoriter bir hava vardı bunları söylerken. "Şu büyükler çok tuhaf," dedi küçük prens ve yola koyuldu.
 Benzer bir hadise, ilginçtir, Hz İbrahim AS ve Nemrut arasında da gerçekleşmiştir. Bakara suresinde anlatılan hadiseyi okuyalım:

"Allah’ın kendisine meliklik (hükümdarlık) vermesi sebebiyle (azarak) Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartışan kimseyi görmedin mi? İbrâhîm (a.s) (ona): “Benim Rabbim ki O, diriltir ve öldürür.”demişti. (O da): “Ben de diriltir ve öldürürüm.”dedi. İbrâhîm (a.s): “Öyleyse muhakkak ki Allah, Güneş’i doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir.”dedi. O zaman (Allah’ı) inkâr eden kimse şaşırıp kaldı (cevap veremedi). Allah zâlimler kavmini hidayete erdirmez." (Bakara 258)
Yani evrenin matematiğini biz yapmıyoruz. Var olanı ortaya çıkarıp onu kullanıyoruz. Tamamen kendi heveslerimize göre bir evren düzeni kuramayacağımız gibi şu ana kadarki teknoloji tarihi göstermektedir ki insanlar kendi faydalarına göre düzenlemelere gittikçe çevrenin düzenini bozmaktadır.

Bütün bu açıklamalara rağmen insanoğlunun mantığı, her zaman saf bir şekilde şuuruna yansımaz. Daha önceden de konuştuğumuz gibi insanın nefsi, önyargıları, kültürel şartlar, vs. bazen mantığına uyan şeyleri kabul etmemesini, bazen mantığına uymayan şeyleri kabullenmesini veya bazen de mantığını hiç kullanmamasını netice verebiliyor. Bu durumda da ana kaynaklarda bildirilen bilgilerin bir kısmı, akılla çatışmasa da insanlara sıcak gelmeyebiliyor. Böyle durumlar da psikolojik olarak ateist insanlara fırsat çıkarıyor.










No comments:

Post a Comment