Sunday, October 30, 2016

Kayıp Nesil


Ben kayıp bir neslin üyesiyim!
Ve şuna inanmak istemiyorum
Ben dünyayı değiştirebilirim
Bunun bir şok olacağının farkındayım ama
“Mutluluk insanın içinden gelir”
Diyenler yalan söylüyorlar ve
“Beni asıl mutlu edecek olan paradır”
Dolayısıyla, önümdeki 30 yıl içinde çocuklarıma anlatacağım ki
Hayatımdaki en önemli şey onlar değil
İşverenim bilecek ki
Önceliklerini bilen birisiyim, çünkü
İşim
Benim
Ailem
Ben diyorum ki
Bir zamanlar
Aileler beraber yaşarlardı
Ama benim çağımda bu geçerli olmayacak
Hız çağının toplumuyuz
Uzmanlar diyorlar ki
Bundan 30 yıl sonra, boşanmamın 10. yıldönümünü kutlayacağım
Zannetmiyorum ki
Kendi inşa ettiğim bir ülkede yaşayacağım
Geleceğin dünyasında
Çevreyi tahrip normalleşecek
Artık iddia edilemeyecek ki
Ben ve yaşıtlarım dünyaya değer veriyor
İleride anlaşılacak ki
Benim neslim tenbel ve hasta ruhlu!
Zannetmeyin ki
Ümit var!

Ve bunların hepsi doğru olacak, eğer tersine çevirmek istemezsek.

Jonathan Reed

Orijinali İngilizce olan bu şiiri Türkçe'ye çevirdim. Çevirirken, içerdiği sanatı korumaya çalıştım ve bundan dolayı, genel manayı korumak kaydı ile, bir kaç ufak değişiklik yapmak zorunda kaldım. Şimdi bu şiiri, son satırda söylendiği üzere, bir de aşağıdan yukarı doğru okuyun; bakalım n'olacak.


Sunday, October 16, 2016

Küçük Mütefekkir (6)


Bir kediyi aç, susuz evde kilitli bırakan ve böylece ölmesine neden olan bir kadının cehenneme giden yola girdiği bildirilmiş. Acaba girdiği yolun sonunu, fütüroskopla görse yine de o yaptığını yapar mıydı?




Sahaf amcanın dükkanından eve dönerken gördüğüm kedilere bakarken aklıma geldi, bu olay. Bugünkü teknolojilerle, eskiye göre çok daha fazla iyilik imkanı var. Ama öte yandan aynı fırsatlar kötülük için de geçerli. Eskiden yapılması için uzun zaman ve bir çok insan gerektiren kötülükler bugün, teknoloji sayesinde tek bir insan tarafından bile yapılabiliyor. Bu yapılanlar arasında en ağır olanlardan birisi, insanların ruhunu öldürmek olsa gerek diye düşündüm. Niye mi?




Öncelikle bir kediyi bile öylece aç bırakmak, insanın işini bitirebiliyorsa, bir insanın aynı şekilde aç-susuz ölümüne neden olmak, çok daha ciddi olsa gerektir. Pekiyi, insanların ruhunu öldürüp onları yürüyen mezarlar haline getirmek? Onların ümitlerini söndürüp Allah'ın taktığı o tefekkür tâcını işlevsiz hale getirmek? Çürüsün diye beyinlerin kafataslarından çıkmasına engel olmak... Bunlar karşısında, Yaratan'ın  ilgisiz kalması düşünülebilir mi?




Hesap gününde "bana, terk edilesi bir şey muamelesini layık gördüler" diye hüzünle şikayetini bildirecek olan Kuran'ın, o gün gelmeden evvel mutsuzluğunu, Sahibi'ne bildirmemesi mümkün mü? İnsanları yıllarca düşünmeye çağıran irade ve tefekkür insanının "Rabb'im ben yenildim; yardım et" duasını cevapsız bırakmayan Yüce İrade, düşüncesizliğin gelenek haline gelmesi karşısında yeri-göğü birbirine katmaz mı? Bir saati bin yıl nafile ibadete denk tutulan tefekkürün, bir saat yaşatılıp bin yıl öldürülmesinin bedeli nedir?




Sağanak yağmur gibi ardı ardına gelen bu düşünceler, fütüroskobumda evvelsi gece gördüklerim nedeniyleydi. Bir türlü kafamdan atamıyordum, o görüntüleri. "Sadece olası bir gelecek senaryosu, zamanın dalgaları arasında silinip gider" diye zihnimi başka tarafa da çeviremiyordum. Her seferinde "ya olursa?" diye tekrar tekrar kafama bir çekiç iniyordu. Belki de daha önceden fütüroskobumda görünen ve sonra kaybolan o kitap, böyle yok olacaktı. Belki hiç yazılmayacaktı, belki de yazıldıktan sonra gün yüzü göremeden kaybolacaktı. Belki kitaptan füze ile çıktıktan sonra gördüğüm, uykuda olan diğer insanlar, tam da bu akıbetin habercisilerdi. Adım adım gelen bir felaketi, gözümün önüne serilen ipuçlarına rağmen anlayamamıştım. Belki halen saçmalıyordum. Ama saçmaladığımı ispat edebilecek bir vaziyet de yoktu etrafımda.




Evime gittim. Son amel olarak ne yapmış olsam iyi olurdu diye düşündüm. Hiç olmazsa, ergenliğe yeni adım atan bir genç olarak kısa hayatıma gözlerimi kapatırken, güzel bir bitiş yapabilirdim. Arkadaşlarımı aradım. Gecenin bir vaktinde fütüroskop partisi yapmaya çağırdım. İbretlik beyin fırtınaları ile sonsuzluğa yelken açalım istedim...







Thursday, October 13, 2016

Küçük Mütefekkir (5)


Beynimi, kafatasındaki müebbet hapisten kurtarmak için ne yapabilirim diye düşündüm. Gelecekteki benin bugünkü bana açtığı bu sırrı başkasına açıp yardım istese miydim? Yoksa rüyamın yorumu hususundaki gibi hayal kırıklığı mı yaşardım? Bunu öğrenmenin bir yolu vardı: denemek.




Bir şiir yazdım ve edebiyat dersinde okudum herkese. Eğer ilgilenen olursa, onunla beraber açılabilirdik bu maceraya:


Kemikten bir kürenin içinde,
Karanlık ve yalnızlık içimde.
Doğur artık beni ey insan,
Kafanın içinde daraldım, inan.
Her beyin kabzında bir beyin,
Hür beyin, edebidir gerçek beyin.


Şiirimi okurken, sınıfta gülüşmeler oldu. "Yağdı yağmur, çaktı şimşek, sen de mi..." mısralarını söyleyen haddini bilmezler oldu. Ama son iki mısrada herkes sustu. Şiirim bittiğinde kısa bir alkış faslı geçti ama benim gözlerim, sırrımı anladığı gözlerinden ışıldayan birilerini arıyordu. Bir kaç kişi manidar manidar beni süzdü. "Acaba" dedim, kendi kendime...

Teneffüste yanıma gelen olmadı; en azından şiirle alakalı olarak. Daha önceki pozitif "acaba"ma negatif bir "acaba" ekledim. Belki de mesaj yüklü şişemi yanlış okyanusa atmıştım. Öyle ya da böyle, bu serüvene mutlaka çıkmam gerekiyordu, çünkü şiirim, herkesten önce benim beynimin inlemelerini yansıtıyordu.

Okuldan sonra yine sahaf amcanın yanına gittim. Şiirimi gösterdim. Gülümsedi. "Fütüroskop sana ne gösterdi?" diye sordu. Onun zaten bildiğini zannediyordum, ama görülenler sadece sana has kalıyormuş. Anlattım ona; kitap içinden füzeyle çıkışımı, garip bir uzayda gelecekteki kendimle karşılaşmamı ve en sonda bana fısıldanan sırrı:
"Çünkü beyinlerini kafataslarına hapsedenler, bilgiyi de kitaplara hapsederler. Halbuki evren kitabı, ancak bütün bedenle okunur."



Bana eski devirlerdeki bilgi kıtlığı zamanında insanlara her şeyin öğretildiğini ve böylece hem bilgiye hem insana hem de evrene bütüncül bakıldığını, ama geçen bir kaç yüzyılda çığ gibi artan bilgiyle bu bütüncüllüğün yerine analitik, parçalayıcı perspektiflerin egemen olduğunu anlattı. Manastıra veya inzivahaneye çekilen dindarlar ile dini, elinin tersiyle iten bilim adamlarının da bu noktada birbirinin aynısı olduğunu belirtti. Benim söylediğim şiir de, ona o eski devir filozoflarını anımsatmış. Zaten eskilerin "kamil insan" tanımında, insanın bütün melekelerinin gelişmesi esasmış, bir bütün olarak insan ile evren, birbirinin ayna görüntüsüymüş. Bütün bunlar, benim daha önceki sorularımdan birine ışık tuttu:

"Bilgiyi kitaplara hapsedenler, beyinlerini kafataslarına hapsedenler, evreni sadece gördüklerine ve kontrol edebildiklerine indirgeyenler, vs. vs. hepsi aynı mantalitenin çocuğu. Beyinlerini doğuramadıkları için kafalarının içinde çürüyor ve onları zehirliyor."

Benim bu ergen isyankarlığı ile sarfettiğim kelimeler, sarraf amcayı, beni frenlemeye zorlamış olmalı ki hemen söze daldı:

"Yavaş ol, yavaş ol. Doğru bir çıkış noktası, doğru bir yol demek değildir. Evet, hepsi aynı mantalitenin çocuğu ama bunun neticesini zehirleme olarak değil de esaret olarak ifade etsen daha iyi olur. Neticede onların bu yaklaşımının meyveleri de hakikatin belirli yönlerini temsil ediyor."

"İyi ama, kendi yaklaşımlarını tek olası yaklaşım olarak yeni yetişen nesillere empoze ediyorlar?"

"Sen de o zaman, Allah'ın tefekkür davetine icabet edeceksin ve sınırsız ve sayısız yolculuklara çıkacaksın."

"İnsanların bu yolculukları dinlemeye tahammülü yok ki..."

"Tefekkür, senin başına Allah'ın taktığı bir tâçtır. Sen çıkartmadıkça kimse onu senden alamaz."













Sunday, October 9, 2016

Küçük Mütefekkir (4)


Bir rokete binmiş gibiydim. Aniden gürültü ve sarsıntılarla yükselmeye başladım. Camdan dışarı bakınca beyaz ve düz arazilerin ortasında bir yerden havalandığımı anladım. Mesafe arttıkça, aşağıda kalan yerleri ve şekilleri daha iyi seçmeye başladım. Ama gördüklerime inanamadım. Harf şeklinde binalarla yazılmış cümlelerdi bunlar. Güney Amerika'daki tarlalarda çizili enteresan şekilleri anımsadım, ama bunlar düpedüz benim anladığım dil ve alfabede yazılmıştı.





Yükseldikçe daha fazla kelime ve cümleyi görüyordum. Birden ortalık bembeyaz bir sis tabakasıyla kaplandı. Hiç bir şey görünmüyordu. Endişelenmeye başlayacaktım ki etraf yeniden açıldı ve öncekine benzer, binalarla yazılmış kelime ve cümleler gördüm. Dikkat edince anladım ki bu cümleler aslında bir hayat hikayesini anlatıyordu. Dehşete kapıldım ve tam o anda etraf yine bembeyaz kesti. Sonra aynı şekilde cümlelerden oluşan manzaralar...

Sanki bir kitabın sayfaları arasında yükseliyordum, yedi kat göklere çıkar gibi. Bu kitap ne zaman bitecek diye kendi kendime sorarken bu sefer ortalık karardı. Uzun bir geceye girmiş gibiydim.

Derken gece aydınlandı ve bordo üstüne altın yazmayla basılmış kendi ismimi gördüm. Bu kitap benim kitabımdı. Yani benim hayatımın hikayesi... Ve ben onu okumadan içinden geçip gitmiştim...




Kitaptan çıktığımda, sanki uzaydaymışım gibi bir hafiflik ve boşlukla doldu içim. Pencereden dışarı baktığımda, benim gibi bu uzayda uçuşan başkalarını gördüm. Onlar nasıl gelmişti buraya? Onlar benim hayalim miydi yoksa fütüroskopla gördüğüm geleceğin gerçek bir parçası mı? Onlarla konuşabilir miyim acaba diye düşünürken birisi bana seslendi: "Hadi çık artık!"

Korksam mı şaşırsam mı bilemedim. Acaba sahaf amca mı beni geri çağırıyordu yoksa bu uzaydan bana gelen gerçek bir ses miydi bu? Bu sorularla kalakalmışken füzemin kapısı açıldı ve onu gördüm. "Gel hadi!" diyerek hafif bir gülümsemeyle beni dışarı çağırdı. Uzayda hava mı vardı ki? Ama demek ki burası başka bir yerdi.

Bir saniye. Az önce konuşan kişi, hiç ağzını oynatmadan benimle konuşmuştu! Hızla kafamı ona çevirdim ve ağzımı açmadan nasıl çığlık atabildiğime ilk defa şahit oldum.

"Ne yapıyorsun? Sus, sus." Ellerini yanaklarıma koydu ve "Gel seninle gezmeye gidelim" dedi. Artık arkadaştık...

Teker teker çevredeki füzeleri ziyaret ettik. İstisnasız herkes uyuyordu. "Burada olduklarını bilmiyorlar bile" dedi arkadaşım.

"Neden ki?"

"Çünkü beyinlerini kafataslarına hapsedenler, bilgiyi de kitaplara hapsederler. Halbuki evren kitabı, ancak bütün bedenle okunur."



Bunu anlayamamıştım. Beyin zaten kafatasında yaratılmıştı ve onu oraya koyan biz olmadığımız gibi kafatasını hapishane gibi tasarlayan da biz değildik. Ayrıca bilgi, kitaplar aracılığıyla saklanır, aktarılır. Kitapların hapishaneye dönüşmesi ne demekti? Ve evren kitabı kavramını daha önceden duymuştum ama bütün bedenle okuma kavramıyla ilk defa karşılaşıyordum. Hem eğer bu diğer insanlar beyinlerini hapsettilerse, onları uyandıralım ve kurtulsunlar; niye sessiz oluyoruz ki? Ve ayrıca ben sanki diğer insanlardan çok mu farklıyım? Niye böyle uyanığım?




"Yeter yeter, yavaş ol" diye beni durdurdu arkadaşım. Galiba farkında olmadan bütün soruları bağıra bağıra dile getiriyordum; ve tabi ki ağzımı açmıyor olmama rağmen.

"Buraya nasıl geldiğini hatırlıyor musun?"
"Evet. Fütüroskopla."
"Ben kimim, biliyor musun?"
"...?"
"Sahaf sana ne demişti?"

Düşündüm. Hiç ağzını açmadan benimle konuşabilecek, benim de kendisiyle aynı şekilde konuşabileceğim tek kişi vardı. Kendim! Zaten sahaf da bana, gördüklerimin ben olduğunu söylemişti. Yani gelecekteki kendimle mi görüşüyordum? Yani, şu anda oluşturduğum sorulara, gelecekte cevaplar veriyordum...

Peki içinden çıktığım kitap neydi? Benim yazdığım kitap mı? Ama niye benim hayat hikayem vardı onda?

"Her insan, yaptıkları ile bir kitap yazıyor. Herkes bir yazar; ve bu eserleri, öldükten sonra ellerine verilecek."
"Yani yazmak, ille de elle yapılmıyor?"
"Evet. Aynen düşünmenin sadece kafatasının içinde gerçekleşmediği gibi... Ve okumanın da sadece gözlerini harflerin üzerinde gezdirerek yapılmadığı gibi..."







Sunday, October 2, 2016

Küçük Mütefekkir (3)


İkinci el kitap satanların olduğu sokağa girmiştim. Kitapların sükuneti, kitapçıların münzevi halleri insanı zaman içinde bir helezona çekiyordu sanki. Adımlarımı kendi başlarına bıraktım. Gözlerim de bu arada kitapların sergilendiği raflarda ve tablalarda gezintiye çıktı. Derken hat sanatıyla yazılmış bir şeyler dikkatimi çekti. Yaklaştım ve bir çizgi film karakteri gibi hat harflerinin kıvrımları üzerinde kâh tırmandım kâh kaydım, bir harften öbürüne atladım. Sonra harflerin atkılarının kesiştiği yerleri kullanarak kelimenin ilerilerine veya gerisine kısa yoldan seyahat ettim. Ve kendime bir de isim verdim: harf gezgini.




Harfler arası seyahatimden beni, sahafın sesi çıkardı: "denemek ister misin?" Neden olmasın, diye cevapladım ve okulda mecburiyet olarak başımdan savmak istediğim kalem ve kağıtları bu sefer kendi isteğimle aldım elime. "Rüzgârda savrulan bir kelebeğin yol haritasını düşün ve sal elini boşluğa" dedi. "Hattının ilhama açık olması, kalbinin rüzgarlarıyla havalanıp raksetmesine bağlıdır."




Bilgi adına bir şeyler yalamış bir ergen saflığıyla "ama güzel olmaz ki" diye tepki verdim. "Kaleminden çıkanların güzel veya çirkin olmasına sen kara veremezsin. Sana düşen kalemi tutmaktır. Rüzgârın sahibinin işine karışma." Gülümsedim. Sonra aklım bir an, fütüroskobumda gördüğüm zaman dalgalarına gitti; zaman mürekkebi ile yazılan kader hikayesinin harflerine.

"Şair misiniz" diye sordum. "Yazarım" dedi, sahaf. Tam anlamadım; ara sıra şiir yazdığı manasına mı söylemişti, yoksa nesir yazarlığı yaptığı için mi böyle demişti? Sormama gerek kalmadan devam etti:

"Eğer şiir görürsem şiir yazarım, hikaye görürsem hikaye yazarım, fikir görürsem söz yazarım."
"O zaman iyi bir gözlemci olmalısınız?"
"Denebilir. Bilirsin tarih tekrar eder. Geleceğe baktığında geçmişi görürsün. Fütüroskopta gördüklerini hava durumu gibi değil de kendine beden arayan manalar olarak düşünürsen, o yetim manaların bazıları için kalemini beden yapabilirsin."

Demek bu sahaf da bizim kafadandı. Dükkânının arka tarafından çıkılan bir bahçeye geçtik. Bana dev bir fütüroskop gösterdi. Böylesini hiç görmemiştim. "Bu özel yapım. Başka yerde göremezsin," dedi sahaf. "Şimdi şuna bir bak bakalım. Bahtına şiir mi çıkacak, hikaye mi yoksa başka bir şey mi!"





Kafam karışmıştı. Bir şiir görsem ve onu yazsam, o şiir benim olmazdı ki? Başkasına ait bir şeyi sahiplenemezdim. Hem uzun bir şiir görsem, onu hafızamda tutamazdım ki! Bn böyle düşünedurayım, sahaf kafama bir şey geçiriverdi. "Bu da ilhamlarını kaydetmek için." Kendimi kontrol edemedim ve ağzımdan "Yok artık!" diye bir hayretle karışık inanamama ifadesi kaçıverdi. Ama her şey işte buradaydı. Peki ya göreceklerim? Onlar benim eserim mi olacaktı?

"Şimdi kendi geçmişine, geleceğine bakacaksın. Bu sadece senin yapabileceğin bir şey. Kendi iç dünyanı göreceksin. Gördüklerin tamamen sensin."

Ve kendi zaman tünelime açıldım...