Sunday, March 26, 2017

İhanetimize Uğramış Hikmetlerden Biri: Geometri


Geometri, kelime manası olarak "yer ölçüsü" demek olsa da, içeriğini düşününce, ona "Görsel Mantık" demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bu ifade ile açılan pencereleri ve geometri hikmetini boş vermemizin sonuçlarını, gelin, beraber inceleyelim.



Bir insanın mantığını kullanması için herhangi bir şeyi ezberlemeye veya alet kullanmasına gerek yoktur. Sadece beynini çalıştırarak, doğruyu bulabilir. Mantık, zaten bunu insana öğretir. Aynı şekilde görsel mantık da, doğruları bulmak için kullanılır ve, dolayısıyla, insanın onlarca kuralı ezberlemesine veya değişik aletleri (pergel, gönye, iletki, hesap makinesi, vs.) kullanmasına gerek yoktur. Bir insan sadece mantığını kullanarak, baktığı şeydeki doğruları deşifre edebilir. Böyle olunca da, bizim okullardaki geometri derslerinde öğretildiği gibi bir takım kuralları ezberlemek, bu işi rayından çıkartmak demektir; çünkü bu ezberci mantalite, bir insanın aklını mantığını kullanmasındansa hafızasını işletip beynini kapatmasını doğurur. Üniversiteye kadar her sene düzenli olarak beynini baltalayan bireyler, daha sonra bizlere kalkınma ve medeniyet sunabilirler mi? Kıymaya dönüşmüş beyinlerden, yapıcı bir ürün çıkabilir mi?



Bu noktada ezber sadece, bir takım problemleri daha hızlı çözme veya yeni ispatları yaparken hızlı düşünme adına bir yardımcı olabilir; ama mantıktan ve bakış açısı üretme kabiliyetinden soyutlanmış bir kural ezberciliği, sadece matematik ve geometriden nefret eden nesiller üretmeye yarar. Halbuki, geometri, yani görsel mantık eğitimindeki asıl hedeflerden biri, insana görme sanatını vermek, insana görmeyi öğretmektir. Ne var ki bizler, "herkesin kör olduğu yerde görmek suçtur" atasözünün ete kemiğe bürünmüş hali olmakta bir beis görmüyoruz. Baktığı zaman görmemenin faturasının ne kadar kabarık olduğunu göremeyecek kadar körleştiğimiz için hala kaç yüzyıldır aynı taklitçi, basma kalıp geometri eğitimi ile devam ediyoruz. Kendinden iyi görebilen öğrenciyi çekemeyen öğretmenler üretmeye devam ediyoruz.



Mantık, aynı zamanda insanı diğer varlıklardan ayıran bir özelliktir. İnsanoğlu mantığı ile bulduğu gerçekleri, tabiattaki malzemeleri kullanarak şekillere dönüştürür. Mühendislik dediğimiz şey, böylece olur. Zaten mühendis, kelime manası olarak geometri yapan demektir (İngilizce'de geometer). Ama bizim nesillerimiz, geometriden bihaber mühendislerle dolu. Burada bir gariplik yok mu? Dahası, insanoğlu, kendi faydasına şeyler üretmek için irade ettiği şeyleri tabiata bildirmelidir. Tabiatın konuştuğu ve anladığı dil ise geometridir. Mühendisler, şekil yapar. Şekil, insanın irade ettiği şeyin görselleşmiş halidir. Ama geometri yapamayan insanlar, iradelerini ifade edemiyorlar demektir. Fonksiyonelliğini yitirmiş iradelere sahip kişilerin insanlıklarından geriye ne kalır?



Güzellik ve estetik algısı da yine insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran özelliklerdir. Şekiller arasındaki ahenk ve düzen olmadan güzellik de estetik de olmaz. Geometri sanatı icra edilmeden de etrafımızı ve yaptıklarımızı güzelleştirmemiz mümkün değildir. Zaten insanın anlam arayışı da, onun hadiseler üzerindeki büyük resmin güzelliğine duyduğu hasret değil midir?



Özetle, mantığımızı çalıştırabilmemiz, görme kabiliyetimizi keskinleştirmemiz, iradelerimizi kullanabilmemiz ve hayatı anlamlandıran güzellikleri tecrübe edebilmemiz adına geometri hikmetinin sevilmesi, sevdirilmesi dileğiyle...










Thursday, March 23, 2017

Cinsellik Konusuna Farklı Bir Bakış

Her türlü kısıtlamalardan ârî bir şekilde, dünya hayatını bütün zevkleriyle ve renkleriyle yaşamak, insanın hürriyet tutkusunun vezgeçilmez rüyalarındandır. Bu zevkler arasında, insanın hem maddi hem de manevi yönüne hitap eden en önemli bir tecrübe ise cinselliktir. Cinsellik ifadesinin hayatın bütün alanlarına yansıması da, insanın manevi boşluklarını doldurma çabasının en bariz göstergesidir.

Burada hemen belirtmek gerek ki dinin öngördüğü sınırları da aşan sınırsız cinsellik tecrübesi insanın hürriyet tutkusuna hitap etse de, cinsellik olgusunun kendisi illa dinden ve tanrıdan uzaklaşmak demek değildir, ki zaten bu yazıda da bunu anlatacağım.



Tarihsel olarak bakıldığında, materyalizm ve ateizm, 1800'lerin ikinci yarısında tavan yapar. Aynı dönemde, evlilik ve aile kurumları da daha önce hiç olmadığı kadar dejenere olmuştur ve aynı süreç bugün de devam etmektedir. Bunlara paralel olarak artan bir diğer olgu da cinselliğin toplumda açıkça ve yaygın bir şekilde ifade edilmesidir. Bu bağlamda, kadınların giderek artan derecede açıklığı, günümüzde özellikle televizyon ve internet teknolojileriyle pratik olarak her eve girmiş, her yaştan insanı kuşatmıştır.

Toplumda bu eksende şekillenen yeni normlar o kadar katılaşmıştır ki sadece önceki paragrafı okuyan bir insanın kafasında otomatik olarak onlarca soru ve itiraz uyanacak, bu yazının cinsellik karşıtı, kadınları paketleyip eve tıkmaya çalışan, gerici zihniyetin temsilcisi, vs. olduğu şeklinde bir dizi tepkisel reddiyeler patlayacaktır. Ki bu patlamalar, tamamen haksız da değildir, çünkü bir takım zalim gelenekler ve onların sarsılmazlığı, bu yeni normları bir sığınak haline getirmiştir


Şimdi bu çerçevede, cinsellik konusuna bir neşter vuralım. Öncelikle, insana verilmiş olan her kabiliyet gibi cinselliğin de üç farklı katmanda faydası vardır. En temel seviyede, gerek biyolojik fonksiyonları gerekse verdiği haz nedeniyle insanın kendisine bakan faydalar söz konusudur ki bu, dindar olsun olmasın herkes için geçerlidir. İkinci seviyede, insanın helal-haram çizgisine dikkat etmesi vesilesiyle hem cenneti kazanmaya hem de dünyadayken cennet hakkında fikir edinmeye yarar. Üçüncü seviyede ise, cinsellik eksenli her şey üzerinden Allah'ın farklı isimlerinin tecellilerini görme, tatma, düşünme ve böylece tefekküre zemin teşkil etme yönü vardır, ki bu sonuncusu, insanın ihlas ve ihsanının artmasına vesile olur inşaallah.

Benzer faydalar, mesela yeme-içme için de söz konusudur. Fakat, insan yeme-içme için yaratılmamıştır. Aynı şekilde, cinsellik de insana, içinde boğulsun diye verilmemiştir. Aksine, gitmesi gereken yere ulaşması için bir vasıta ve yol azığı olarak verilmiştir. Bundan dolayı da, özellikle Peygamberimiz SAV zamanında bu eksende bir açılma yaşanmıştır. Bayanlar bile icabında direk kendisine gelip açıkça cinsellikle ilgili sorularını sorabilmiş ve sorunlarının hallini talep edebilmiştir. Yine gerek erkek gerekse kadın her bireyin cinsel mutluluğu, onların kulluğu için önemli olduğundan, Peygamberimiz kendisine intikal eden meseleleri fıtrata uygun şekilde ve en kısa sürede çözüme bağlamıştır. Veya kendini tamamen ibadete vermek için cinselliği terketmek isteyen bir sahabesini, bu gayr-i fıtri işten men etmiştir.



Bu girişten sonra şimdi tartışmalı mevzulara bakalım. Ateistlerden veya başka din mensuplarından İslam'a gelen eleştirilerde karşılaşılan bir husus, İslam'daki cinsellik ifadesi olan meselelerdir. Örneğin bir insana cennette cinsel zevklerin de verileceği yönündeki hadis ve ayetler, dalga konusu yapılır, "insanı cinsellikle kandırmak" küçümsenir. Veya bir takım teröristlerin, "cennetteki hurilerine kavuşmak için işledikleri katliamları" nazara verirler. Teröristlerin müslümanlığı ayrı bir konu ama, İslam, insanları cennetteki cinsel zevklere kavuşmak gayesiyle bir şeylere davet etmez. Fakat insana sınırsız açlıklarını tatmin etme hususunda sabretmesini öğütlerken cennete ait tasvirleri bir teşvik faktörü olarak sunar; acı ilaca katılan tatlandırıcı gibi.

Ne var ki insanlar, ki buna dindarlar da dahil olabilir, dünyevi zevkleri aşağılamayı bir fazilet sayarlar. Dolayısıyla da, mesela, cinselliğe referans veren ayet ve hadisleri ihmal ederler veya çeşitli te'villerle, o tasvirleri "tepki almayacak şekilde normalleştirirler". Geleneksel Hristiyanlık'ta, konu daha da dramatikleşir; kendini Allah'a adayanların, her türlü cinsellikten uzak durması öngörülür. Ama Allah CC, zevkleri açlık ve ihtiyaçlarla eşleştirmiştir. Birilerinin o zevkleri ve dolayısıyla da o açlıkları ihmal etmesi, fıtratı değiştirmez. Aksine, insan gerçeği, bu gayr-i fıtri "faziletlerin" hepsini dışlar. Nasıl mı?

Bugün gerek Hristiyan ruhban sınıfındaki cinsellik skandalları gerekse dünya çapındaki cinsellik eksenli dönen para (porno ve erotik medya içeriği, kadın destekli reklam endüstrisi, cinsel yönü öne çıkartılmış kadınlarla süslenen film ve diğer TV programları, hayat kadınlığı, vs.), ve bunların dünyada coğrafik olarak sınır tanımaması göstermektedir ki insan gerçeği, cinsellik olmadan olmuyor. Dahası, cinsel güdülerle insanlar gayet kolay motive edilebiliyor. Yani cinselliği o veya bu sebeple dışlayarak, aşağılayarak veya kategorize ederek bir yere varılmıyor. Aksine, onu dışlayanlar aşağılayanlar, onun altında eziliyor, çünkü kendilerini inkar ediyorlar. Bundan dolayı da İslam'ın cennet tasvirlerinde cinsellik ifadesi veya dünya hayatına dair bu bağlamda açtığı kapılar, utanılacak, sümen altı edilecek bir mesele değil, tersine dayanılacak sağlam bir direk, tutunulacak kopmaz bir iptir. Yine aynı nedenle,
Cennet cennet dedikleri, üç-beş köşkle üç-beş huri,
İsteyene ver onları, bana Seni gerek Seni.
mısraları, her ne kadar bir hakikati dile getirsede insanlığı kucaklamaktan mahrumdur.



Peki, sınırları yıkıp insanı, muhtaç olduğu özgürlüğe kavuşturma va'diyle gelen ateizm/hedonizm fikirleri bu noktada nerededir? Yukarıda da söylediğim gibi bir taraftan cinselliğin önemine vurgu yapan dînî referanslarla dalga geçerken ve onları aşağılarken öte taraftan da dindar insanların cinselliği baskılayan uygulamalarını ön plana çıkararak dine karşı bir soğukluk uyandırmak isterler. Yani din, aynı zamanda hem cinselliğe önem verdiği için hem de onu baskıladığı veya baskı aracı olarak kullandığı için hüküm giyer. Farkettiyseniz burada bir tenakuz vardır, ve ayrıca din kavramı ile onu yaşadığını iddia eden insanlar birbirine karıştırılmıştır. Her ne kadar içinde saçmalıklar barındırsa da bu tutum, insanın biyolojik herhangi bir varlık olarak zevk ve ihtiyaçlarını hemen tatmin etmesine kapı açtığı için cazip gözükmektedir.

Yukarıda din ile dindarların ayrılması gereğine işaret ettiğim gibi, ateizm ile ateist hayat tarzını da birbirinden ayırmakta fayda var. Çünkü bir insanın iman taşırken günahlara bulaşması ve günahtan kurtulmaya çalışmak yerine onda ısrar etmesi, kendisini imandan çıkarmasa da ateistçe bir hayat tarzına götürür. Bununla beraber, insanların sınırsız haz peşinde olmaları, onları ille de etik olmayan davranışlara götürecek diye bir şart da yoktur. Yani ateist demek, bütün davranışları dine zıt olan insan demek değildir. Bu etik davranma kalitesi, insanın kerim olarak yaratılmış olmasındandır (İsra, 70). Fakat ahlak noktasında ve aile kavramı ekseninde dinin öngördüğüne nazaran daha hafifmeşreplik olacağı aşikardır. Öte yandan dindar insanlar da, cinsellikten yoksun veya şeytanın saldırılarından mahfuz melekler değillerdir.



Cinsellik eksenli diğer bir tartışma konusu da kadınların cinsel ihtiyaçları ve cinsel özgürlüğüdür. Neredeyse dünyanın tamamında, geçtiğimiz bir kaç bin yıl itibariyle erkek-egemen bir kültür hakim olduğu için, giderek artan bir şekilde kadınların bu noktadaki konumları, erkeklerin avantajına olacak şekilde manipüle edilmiştir. Dinin insanlar tarafından yorumlanması da bu kültürden etkilenmiştir. Metodolojisine uygun bir şekilde ve bütüncül bir bakış açısıyla bakıldığında, Kuran ayetlerinde ve peygamberin uygulamalarında kadınların baskılanmasına veya cinselliklerinin ihmal edilmesine hiç bir mahal verilmediği görülür. Buna rağmen müslüman toplumlar, bunun tam tersine dînî yorumlar ve gelenekler ortaya koymuşlardır. Aynı devirler itibariyle dünyanın diğer taraflarında da benzer eğilimler söz konusu olduğu için bu durumun sadece müslümanlara has olmadığını belirtmekte fayda var. Günümüzdeki feminist çıkışların bundan dolayı haklı dayanakları vardır (fakat burada feminizm tartışması yapacak değilim).

Bu yazıda değinmediğim ve akıllarda İslam'la alakalı çağrışan başörtüsü, polygami ve LGBT mevzularının da farkındayım fakat onlar, imanla esastan alakalı olmadıkları ve ancak iman zemini sağlam olan müslümanların düşünmesi gereken meseleler oldukları için ele almıyorum. İman zemininin sağlam olması demek de, sadece insanın kafasında duran bir matematiksel formül demek değildir. Farz olan ibadetleri huşu ile yerine getirmek, gecenin ıssız saatlerinde Allah'la bire bir olmak, sosyal sorumluluklar çerçevesinde Allah'a yönelmek demektir. Bunlar olmadan bir insanın başörtüsü, polygami vs. tartışmalarına girmesi, abesle iştigaldir. Yine de, o konuların da imana ve tefekküre bakan yönleri hakkında paylaşımlarım olabilir. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.


 








Sunday, March 12, 2017

Ateizm Üzerine Düşünceler - 5


Ateizm fikrinin en çok dayanak aldığı bilimsel kavramlardan biri de evrim teorisidir. Bu yazıyı yazarken, evrim teorisinin ne olduğu hususunda ön bilgiye sahip olduğunuzu ve bu teori ekseninde din ile bilimin çatışıp çatışmadığı konulu tartışmaların da az buçuk farkında olduğunuzu kabul ediyorum. Bu bağlamda, eğer aşağıdaki resme bakıp en azından manalı manalı gülümsemiyorsanız, bu sıraladığım ön şartları sağlamıyorsunuz demektir ;)


Yine konuya girmeden önce, eğer hala okumadıysanız, gerek inanan gerek inanmayan insanların evrim teorisine yaklaşımlarını irdeleyen yazılarıma da bakmak isteyebilirsiniz:


Özetle, ateistlerle inananlar arasında yaşanan kutuplaşmanın nedeni, şöyle bir genellemedir: eğer insanlar evrim ortaya çıktıysa tanrı yoktur; tanrı varsa evrim yoktur. Bu çatışma, insanların kendi kutsal kitaplarını yorumlama tarzlarına kadar bile yansımıştır. Mesela Hristiyanlar arasında "literal interpretation of the Bible" yani "Mukaddes kitapların sözlük anlamıyla yorumu" diye bir akım vardır. Buna göre, Mukaddes Kitaplar'da geçen her cümle, hiç yoruma gerek kalmadan aynıyla doğrudur, mecaz vs. içermez. Bu prensiple yola çıkınca da, Eski Ahit'in Genesis kısmında, yani ilk yaratılış ve ilk peygamberleri konu alan kısmında, geçen olay ve tasvirlere göre dünyamızın ve bütün evrenin tahminen 6000 yıl kadar önce yaratılmış olması gerekiyor. Şu anki bilimsel bulguların işaret ettiği 13 buçuk milyar yıllık evren tarihi, dünya üzerindeki karbon tarihlemesiyle ortaya çıkan gerçekler vs. hakkında ise deniyor ki Tanrı evreni yaratırken, böyle tespitlere imkan sağlayacak şekilde, yani öyle görünmesini takdir ederek yarattı. Yine aynı yoldan devam ederek de, insanın var olmasının, evrimle değil, Tanrı'nın direk yaratmasıyla olduğu söylenir.


Bu şekildeki yorumları kabul eden Hristiyan yüzdesini bilmiyorum ama çoğunluk olmasalar da azınlık da değiller. Hatta pozitif bilimler üzerine üniversite okumuş, master yapmış kişiler arasından bile çıkabiliyor bu düşünceye sahip olanlar. Aynıyla olmasa da İslamiyet'in de böyle robotik okunması üzerine kurulu akımlar vardır, ki kökten dinci olarak tabir edilenler bunlardan bazılarıdır, ve ne gariptir ki bu insanların bazıları da yine okumuş kesimlerden çıkabilmektedir. Demek ki insan, her yerde insan...

İslâmî açıdan böyle bir tavır, oldukça sakıncalıdır, çünkü:
  1. Eski mukaddes kitapların orijinalleri deil tercümelerinin tercümeleri ancak elimizde vardır. Böyle olunca da kelime kelime aynıyla kabullenmek, insanı yanlış yöne götürür.
  2. Yine eski mukaddes kitaplara insan sözlerinin karıştığı, bizzat Hristiyanlar tarafından da bilinen bir gerçektir. Her ne kadar bunu kabullenmeyenler olsa da ilahiyat okuyanlar bunu bilirler veya bazı mukaddes kitaplarda hangi kısımların hangi tarihte tahminen kim(ler) tarafından eklendiği belirtilir. Yani kısaca, az buçuk okuyan ve soğuk kanlı davranabilen her Hristiyanın takdir edeceği bir gerçektir, vahye insan sözü karışmış olması. Böyle olunca da, ilahî sözün zamanlar üstü özelliği yerine insanların kendi zamanlarına esir sözleri kutsallaştırılmış oluyor.
  3. Kuran-ı Kerim'de, ayetlerin müteşabih olabildiği ve yoruma ihtiyaç duyulabileceği belirtilmekte ve bununla birlikte, insanların yorum yaparken heveslerini uyup sapıtabilecekleri belirtilmiştir (Ali İmran 7). Dolayısıyla akıl, mantık ve vicdanın rehberliği gerekmektedir, Kuran'ın doğru anlaşılması ve doğru yorumlanması için. Doğru ile yanlışı ayıran furkan (Ali İmran 3) olan Kuran için bile durum böyleyse, eski mukaddes kitaplar için durumun daha farklı olması için bir neden yoktur.
Asıl konumuza dönersek, gerek İslam gerekse diğer dinler açısından evrim eksenli olarak bilim ve dinin çatışması, ve tabi ki ateistlerin de bu konuya hahişle girmeleri, aslında yine insanların dini kaynakları ya lafız olarak ya da yorum olarak çarpıtmasından kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı, "dinimize göre" veya "bir ayete göre - bir hadise göre" diye söz söyleyenlere mutlaka net bilgi sormakta fayda vardır. Hangi ayet, hangi hadis? Dinimize göre mi yoksa filanca alime göre mi? Eğer, "filanca alime göre" ifadesi ile "İslam'a göre" ifadelerini eşit tutan cevaplar alıyorsanız, tehlike çanlarının da çaldığını aklınızdan çıkarmayın.


Bununla beraber, yaptığım bu yorumları, evrim teorisini o veya bu şekilde destekleyenlere tam destek olarak kabullenmek de yanlış olur. Benzer çarpıtmaları onlar da yapmaktadır çünkü. Bilim, bir şeyin oluşmasına dair süreçleri ve miktarları açıklar ama, tanrıyla ilgili bir şey söylemez. O noktadaki subjektif yorumu, biz yaparız. O yüzden bilimsel bilgi ile o bilgi üzerine kurulu felsefik söylem arasında ayrım gözetmek gerekmektedir.

Tartışmanın hangi tarafında olursa olsun, insanın böyle haddini aşmasını netice veren faktörler arasında insanın aceleciliği ve diğer psikolojik faktörler yatmaktadır. Bu psikolojik faktörler arasında, insanın sonsuzluk arayışı, mana arayışı gibi derin güdüler de vardır. Bu arayışların fıtrata konulmasındaki bir hikmet, görünenin ötesine geçip görünmeyen Rabbimizi bulmamızdır. Bir şekilde bu imana dayalı adımı atmayan insanlar, aslında farkında olmadan başka şeylere iman etmektedirler; yani başka şeylere sonsuzluk atfetmektedirler. Nasıl mı?

Batı'daki bilimin geliştiği 1600'lerden itibaren bir tartışma konusu, bilimsel kanunların ortaya konmasının ne kadar doğru olduğudur. Mesela, yerçekimini gözlemledikten sonra onu bir matematiksel formüle oturtmak, sonra da bu gözlemlerin ve formüllerin her yer ve her zamanda geçerli olacağını düşünmek, resmen bir ön kabulden (imandan) başka bir şey değildir. Teker teker her mekan ve her zamanda denenmeden böyle bir geçerliliği gerçekten bilimsel manada iddia edemezsiniz. AMA! Ama böyle bir şeye iman edebilirsiniz. Bu konuda verilen en komik örnek de şudur. Bir tavuk, çiftlikteki sahibi ile çok iyi geçinmektedir. Sürekli o tavuğa yemini, suyunu vermektedir, tavuk da sahibine yumurta vermektedir. Bu sürekliliğe binaen tavuk noktaları birleştirir ve bir kanun ortaya koyar: ben hep var olmaya devam edeceğim, çünkü bütün data ve gözlemler bunu gösteriyor. Tabi ki bu kanun, bir kaç hafta içinde yanlışlanır.


Aynı şekilde, bilimsel olarak da bütün data ve gözlemlerin kanun diye isimlendirdiğimiz şeylerin geçerliliğini göstermesi, onların sürekli geçerli olacağına dair hiç bir şey ifade etmemektedir. 1 saniye sonra enerjinin korunacağının hiç bir garantisi yoktur. Yerçekiminin bir saniye sonra hala var olacağının hiç bir garantisi yoktur. Öte yandan, etrafımızdaki her şeyin doğup, büyüyüp öldüğünü gördüğümüz halde, kanunların da bir gün ölebileceğini neden düşünmüyoruz ki? Çünkü düşünmek istemiyoruz, çünkü onlara iman ediyoruz. İşte ateist bir zihin, rasyonellik ve bilimsellik taslarken aslında, inanan insanları suçladığı işi bizzat işlemektedir.

Son olarak, farklı yazılarda yeri geldikçe belirttiğim gibi, bizim bir şeyleri bilimsel olarak açıklayıp teknoloji ile de kendi kontrolümüze almamız, o şeyin geçmişte, şimdi veya gelecekte Allah'ın hakimiyeti dışında olduğu anlamına gelmez. Aksine, bilimsel bulgular, Allah'ın yaratışındaki ölçü ve sanatı deşifre etmenin adıdır. Bundan dolayı da, modern bilimin bulgularını, kendi sübjektif ateist düşüncelerine payanda yapan biri bilim adamının kalkıp "her şeyimizi, evrendeki bu ölçüyü ve güzelliği, evrenin en temel yapıtaşı hidrojen atomlarına borçluyuz" gibi bir laf etmesi, bakar körlüğün zirvesidir. Allah bakışlarımızı körleştirmesin.





Sunday, March 5, 2017

Ateizm Üzerine Düşünceler - 4


İnanç karşıtı söylemlerde öne çıkan noktalardan biri de inancı destekler mahiyetteki bilimsel doneleri çürütmektir. Bu bağlamda termodinamiğin ikinci kanunu çokça kullanılmaktadır.


Konuya girmeden önce, hayati olduğunu düşündüğüm ve satır aralarında ara ara hissettirdiğim bir hususu belirtmek istiyorum. Bu yazı serisinde muhatap olarak ateist olan insanları değil, onlarla veya onların söylemleriyle muhatap olan inanç sahibi insanları alıyorum. Dolayısıyla, birilerini bir şeylere ikna etmeye çalışmak, inançla ilgili ispatlar sunmak gibi bir gayem yok. Benim yapmaya çalıştığım şey, müminler olarak, birbirimize hayırhah olmak (ki mümin derken genel olarak Allah'a inanan herkesi kastediyorum).

Konuya girerken, termodinamiğin ikinci kanunu nedir sorusuna bir bakalım. Termodinamik, özellikle endüstri devriminin kuluçka devri olarak nitelenebilecek bir zaman diliminde temelleri atılan bir bilim dalıdır. Aynı zaman dilimi, felsefe alanında da materyalizmin ve buna dayalı ateizmin şiddetlendiği, özellikle Hristiyanlık kökenli dini bilgilere saldırının tavan yaptığı bir dönemdir. Bu olanların tek değil ama bir nedeni, Hristiyan din adamlarının, eski devirlerdeki felsefeyi ve bilimsel bilgileri dinin temeli gibi kabullenmeleri ve yüzyıllar boyu bunu herkese dayatmaları olmuştur. Bundan dolayı, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü iddia eden Galileo, "dine aykırı söylemlerinden dolayı" engizisyon mahkemelerine düşmüştür. Bu şekilde bilimsel çalışmalar, dînî otoriteleri karşısında bulduğu için, dogmatik din yorumları ile modern bilimin bağdaşmayacağı duygu ve düşüncesi gelişmiştir. En nihayetinde de, "insanlar açıklayamadıkları şeyler için tanrı olgusuna sığınmıştır; bilim ilerledikçe tanrıya gerek kalmayacaktır" şeklinde bir formül ortaya konmuştur.


Termodinamik çalışmaları da, diğer pek çok bilim dalı gibi tam bu sıralarda  palazlanmıştır. Enerjinin korunumuna dair birinci kanunun ardından, tabii işlemlerin çift yönlü değil de hep tek yönlü gerçekleşmesi gözlemi, ikinci kanuna zemin hazırlamıştır. Yani, birinci kanun açısından, soğuk bir cismin daha da soğuyarak ısısını sıcak bir cisme aktarması, ve böylece sıcak olanın daha da ısınması mümkündür; yeter ki verilen ve alınan enerji miktarları eşit olsun. Fakat pratikte böyle bir şey olmadığını biliyoruz. Neden? Bu soruya tatminkar bir cevap arayışları halen devam etmekle beraber, doğal etkileşimlerin tercih ettikleri bir yön olması, enteresan bir gözlem olarak bilim kariyerine başlamıştır.

Daha sonraları, aktarılan ısının sıcaklığa oranının, manalı olduğu keşfedilmiş, ve bu orana, entropi ismi verilmiştir. Yani, sıcak cisim soğurken ve soğuk cisim böylece ısınırken, sıcak cismin sadece enerjisi değil entropisi de azalmakta, soğuk cismin de sadece enerjisi değil entropisi de artmakta. Ne var ki, alınan verilen ısı toplamı sıfır olurken (enerji korunumu) alınan verilen entropi toplamı net pozitif bir sayı vermektedir. Yani entropi giderek artmaktadır. Entropi, her ne kadar ne olduğu tam bilinmese de en azından sayısal olarak böylece çalışılmaya başlanmıştır. Entropinin artışı da, enerjinin dağılımındaki yayılma olarak resmedilmiştir. Daha sonra Boltzmann'ın çalışmalarıyla, bugünkü "düzensizlik" tabirine zemin teşkil edecek daha net bulgular ortaya konmuştur.


Pekiyi, ısınma-soğuma ile inancın ne alakası var? İnanç sahibi insanlar, bu noktada şunları dile getirir: eğer kendi kendine bırakılınca enerji sadece giderek daha düzensiz hale geliyorsa, diğer bir deyişle düzensizlikten düzenliliğe kendi kendine gidiş söz konusu değilse:
  1. Öncelikle evrenin mutlaka bir başlangıcı olması lazım, yoksa çoktan bütün evren, sıcak-soğuk ayrımı olmayan bir çorbaya dönüşmüş olurdu. Dolayısıyla evreni başlatan bir tanrı olması lazım. Ki büyük patlama teorisi de bunu açıkça ortaya koymuştur.
  2. Durduk yere soğuk cismin kendi kendine daha da soğuması ve sıcak cisimde daha fazla ısı birikmesi söz konusu olmadığına göre, ve klimalarda olduğu gibi ancak bir dış müdahale ile böyle bir olay gerçekleşebildiğine göre, bir molekül çorbası olan dünya gezegeninde, kendi kendine düzenli yapıların oluşması ve bunların giderek daha kompleks, estetik ve fonksiyonel canlıları oluşturmaları mümkün değildir. Demek ki bunu yapan bir tanrı vardır.
Bunlara karşı ateistlerin cevapları ise şu şekilde özetlenebilir:
  1. Açıklayamadığınız her şeyi tanrıya atfetmeniz, size bir fayda sağlamaz. Oturun çalışın. Nasıl olduğunu bir gün keşfedersiniz. Dinin sizi avutmasına ve böylece din adamlarının da sizi uyutmasına, süistimal etmesine izin vermeyin. Nitekim, şu anda, büyük patlamanın da öncesi olabileceği, evrende yalnız olmayabileceğimiz, hatta paralel evrenler gibi araştırmalar var.
  2. Dünya, dış evrenle sürekli madde ve enerji alış verişi yapan bir açık sistemdir. Böyle bir durum için de, termodinamik, geçici süreliğine olmak kaydı ile, düzensizlikten düzenliliğe gidişe aykırı bir şey söylememektedir. Yani bilimsel olarak, canlıların ve insanların oluşması, bilime aykırı değildir. Aksine, insan ve diğer canlıların bugün varlığı, düzensizlikten düzen çıkmasının örneğidir.

Her şeyden önce şunun bilinmesi lazım ki iman, bir imtihandır, yani %100 ispatlanamaz. Hangi bilimsel bulgudan yola çıkarsanız çıkın, iman hususunda size matematiksel bir ispat sağlamaz. Bundan dolayı zaten Kuran'da sürekli, "gayba iman edenler" şeklinde vurgu yapılır. Bununla beraber, aynı bulgular, akla kapı açabilir. Kuran'da bu konuda çok güzel bir örnek verilmiştir:
"Allah gerçeği açıklamak için bir sivrisineği, hatta onun ötesinde olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rab'lerinden gelen gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise “Allah böyle misal vermekle ne kasdediyor? ” derler. Allah bu misal ile birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir; ancak bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz." (Bakara, 26)
Görüldüğü gibi, aynı bilimsel done, kimileri için hidayet, kimileri için sapıtma vesilesi olabilmektedir. Burada mesele, kişinin kalbinde bitmektedir. İman etmek isteyen, bunun için destek bulabilir, iman etmemek isteyen de onun için kendine destek bulabilir. Pekiyi, eğer tabiat ve evren nötr ise, doğru yolda olduğumuzu nereden bileceğiz? Yok mu bir pusula?
"Yine o inkâr edenler diyorlar ki: “Peygambere Rabbi tarafından bir mûcize verilmeli değil miydi?” De ki: “Allah dilediğini bu tür iddiaları sebebiyle saptırır. Kendisine yöneleni de hidâyete erdirir. İşte onlar iman edip gönülleri Allah'ı zikretmekle, O'nu anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allah'ı anmakla huzur bulur. ” " (Rad, 27-28)

Yani, eğer insanlar, gözleri önünde açılmış olan yaratılış ayetlerini sıradan sayıp, onlara "Allah'la ilgisi olmayan hadiseler" muamelesi yaparlarsa, elbette ki iman etmeleri için bir mucize önşartı koşacaklardır; ve böyle bir şey olmayınca da inkar yolunda yürümek için bahane bulacaklardır. Halbuki, kendilerine mucize geldiğinde de zaten, sihir, büyü, halüsinasyon vs diyerek sapmaktadırlar.

Öte yandan, iman edenler ise, aynı yaratılış ayetlerine bakarlar, onları okurlar, böylece hem akılları hem de kalpleri tatmin olur. İşte o huzur, o tatmin duygusu, insanın pusulasıdır. Dahası, bir insanın ne kadar yanlış yolda olduğunun ölçüsü, onun ne kadar şiddete ve kabalığa başvurduğudur. Çünkü böylece o, aklındaki ve kalbindeki boşlukların, huzursuzlukların çığlıklarını susturmaktadır.

Pekiyi, bu noktada düşünürsek, medeni ve olgun tavırlarıyla arzı endam eden ateistler, huzur içinde ve doğru yolda mı? Elbette ki kimse için cennet-cehennem bileti kesme konumunda değiliz ve kimsenin kalbini okuma yeteneğimiz de yok. Ama, eğer kendi konumlarını sürekli irdeliyorlarsa, bu doğru yönde bir adımdır ve Allah'ın kime ne zaman, nasıl hidayet edeceğini, hesap gününde kime nasıl muamele edeceğini bilemeyiz. Sadece iman noktasından bakılırsa, şu anki konumlarının kulluğa yakışır olmadığını söyleyebiliriz, ama gidişatları, gelecekte onları güzelliklere ulaştırabilir.


Aynı bağlamda, cahilce ve kabaca tavırlarıyla, şiddet gösterileriyle öne çıkan, fikirlerin konuşulması ve tartışılmasına hiç bir tolerans gösteremeyen müslümanların gidişatlarının ne yönde olduğu da sanırım aşikardır.

Dolayısıyla termodinamiğin ikinci kanunundan ne öğreniyoruz? Mümince yaşayış, entropi artışına katkıda bulunmamayı, mümkünse azaltmayı gerektirir, aksi yöndeki yaşayışın göstergesi ise, entropinin artması için sabah-akşam çalışmaktır. Daha Kurânî ifadesiyle, yeryüzünde  fitne-fesat çıkarmamak mümince, aksi ise kafircedir.
"Onlara: 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın' denildiğinde: 'Biz sadece ıslah edicileriz' derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler." (Bakara, 11-12)








Wednesday, March 1, 2017

Evrim Üzerine Düşünceler - 5


Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir bakmışım ki çok zaman geçmiş. O kadar ki artık dünyada kimse kalmamış! Neden mi?


Teknoloji o kadar ilerlemiş, o kadar ilerlemiş ki, uzayda seyahat sıradanlaşmış, galaksilerin derinliklerinde yeni dünyalar keşfedilmiş. Ne var ki dünyadaki hayat şartları çok kötüleştiğinden, insanlar artık burayı terketmeye karar vermişler ve kocaman uzay gemilerine binip ayrılmışlar uzaydaki ilk evlerinden.

İnsanların ardından çok zaman geçmiş. Bir gün, farklı bir gezegende yaşamakta olan ve zeka sahibi bir tür, dünyayı keşfetmiş. Gelip burayı incelemeye karar vermişler. Geldiklerinde de, doğal oluşumlara ek olarak, çok enteresan fosillere rastlamışlar. Bu fosillerin yapısında göze benzeyen camlar, nefes borusu ve ses tellerini andıran hoparlörler, gelişmiş sinir sistemlerinden ayırd edilemeyen elektronik sistemler varmış. Dahası, bu aletlerin farklı türleri bulunuyormuş. Camlı-camsız, hoparlörlü-hoparlörsüz, gelişmiş-ilkel elektronik yapılı, hantal ve ağır, hafif ve estetik, vs. Bu fosillerin bir kısmı açıkta bulunabilirken bir kısmı da betondan katmanlar arasında bulunabiliyormuş. Uzaylılar arasındaki bilimciler hemen teşhisi koymuşlar: bunlar, burada daha önceden yaşayan ama şartların kötüleşmesiyle soyu tükenmiş bir canlı formunun kalıntıları! İsmini de Nofelet koymuşlar.


Tabii olarak bu nofeletlerin nasıl oluştuğu, nasıl bir çevrede yaşadıkları, hangi etmenlerle nesillerinin tükenmiş olabileceği gibi bir çok soru üşüşmüş akıllara. Bilimci uzaylılar, uzun uzun incelemeler yapmışlar. Beton katmanlar arasındaki fosilleri incelemişler. Eskiden yeniye doğru sıraladıklarında, önce şunu farketmişler: belirli bir tarihe kadar varlığı olmayan bu yaşam formu, tarih sahnesine aniden çıkıyormuş. İlk çıktığında ağır, hantal, az fonksiyonlu iken, yeni nesiller geldikçe, höparlör boyutları küçülüyormuş, cam boyutları büyüyormuş ve canlıdaki iç fonksiyonel yapılar boyutça küçülürken sayıca artıyormuş. Ayrıca, nofeletlerin boyutları küçülürken daha hafifleşiyorlarmış. Bu gözlemler üzerine bilimciler demişler ki bir takım tesadüflerin yardımıyla kayalardaki mineraller, bu canlı formunun ilkel halini oluşturmuş. Milyonlarca yıl süresince de, yavaş yavaş, doğal olaylar içerisinde seçile seçile form değiştirmiş ve hayatta kalabilmek için çok fonksiyonlu hale gelmişler.

Peki bu canlıların enerji kaynakları neymiş? Öyle ya, bir canlı varsa, mutlaka onun bir de enerji kaynağı olması lazım. O noktada da bilimciler yeniden fosillere dönmüşler. Eski türlerde, uzun kuyruklar varken sonradan çıkan türlerde bu kuyruklar, takılıp çıkartılabilir hale gelmişmiş. Buradan yola çıkarak şu sonuca varmışlar: ilkel canlılar, bir enerji sıvısı içinde yüzmek için kamçılı/kuyruklu ve daha hidrodinamik bir yapıya sahipken sonradan üreyen türler, muhtemelen bu enerji denizinden çıktılar ve ara sıra enerji ihtiyaçlarını giderme haricinde o denizden bağımsız hale gelmişler. Bu bağımsızlıkla beraber hareket kabiliyeti artmış ve hareket etmek için de hafiflik öne çıkmış. Ağır ve hantal olan canlılar kısa sürede ölmüşler, hafif ve çok daha adapte olabilen çok fonksiyonlu türler sağ kalmışlar. Bu seçilme nesiller boyu milyonlarca yıl devam edince, ortaya kompleks yapıya sahip nofelet formları çıkmış.


Peki bu canlıların soyu nasıl tükenmişti? Her tarafta onların parçaları ve kalıntıları bulunabildiğine göre bir zamanlar oldukça sayıları fazlayken ne olmuştu da bir anda ölmüşlerdi? Acaba bir meteor düşmesi mi veya volkan patlaması mıydı? Bu konuda bilimciler, enerji denizinin kurumasını netice verecek ani bir kuraklık ihtimali üzerinde duruyorlarmış. Bütün nofelet türlerini etkileyebilirmiş böyle bir hadise. Bu kuraklığı netice verebilecek iki mekanizma tartışılmıştı:

1) iklimde bir ısınma: bilimcilerin tahminlerine göre nofeletlerin soğutma ihtiyacı vardı. Dolayısıyla çevredeki bir ısınma, onların otomatik olarak ölümü demek olurdu. Ama bu durumda önce denizin dışındakiler ölürdü, en sonda da denizin kurumasıyla denizdekiler ölürdü. Halbuki bu sonucu destekleyen bulgular yoktu. Aksine, önce denizde yaşayan kamçılıların nesli tükenmiş, denizin dışında yaşayanların nesli sonra tükenmişti.

2) nüfus artışı, aşırı kullanım ve bunu takip eden kirlilik: yukarıda da açıklandığı üzere ilk ihtimal geçerli görünmediği için bilimciler, bu ikinci ihtimal üzerinde duruyordu. Enerji denizindeki kirlilik, önce oradaki türleri vururdu, sonra da dışarıdakileri.

Bilimci uzaylılar, dünyadaki gözlem ve bulgularından yola çıkarak, uzayın derinliklerindeki herhangi başka bir gezegende de yine nofeletler gelişmiş olabileceği ümidiyle yeni aramalara koyulmuşlar.