Thursday, May 25, 2017

Dört Dörtlük Dua


Kendimi ve dinimi yeniden keşfetmenin heyecanını yaşadığım günlerde bir grup gençle konuşuyorduk. İnsanların şuursuzca 33 kere subhanallah, elhamdülillah, allahuekber çekmesinin faydalı olup olmayacağını sordum ve çoğunluk, bunun faydalı olacağını söyledi. Ben hayretler içerisinde susakalmışken onlar, getirdikleri açıklamalarla, "elindeki sihirli çubukla bir takım sözler söylenince bir şeylerin gerçekleşmesi" gibi bir durumu resmediyorlardı. Yani o kelimeyi belirli sayıda söyleyince formül yerine geliyor ve sevap alma, Allah'ın rızasını kazanma ve cennete gitme fonksiyonları otomatik olarak gerçekleşiyor...


Her ne kadar bu konuyu böyle anlattığımda "olur mu öyle şey" deseniz de pek çok insan, öyle ya da böyle benzer işlere giriyor. "Şu sureyi şu kadar sayıda okursan şöyle olur; filanca zikri şu sayıda okursan şu isteğin yerine gelir" tarzı şeyler, şuurlu şuursuz pek çok müslümanın hayatında yer tutar. Böyle tavsiyelerin bir kısmı hadislerden kaynaklanıyor olsa da o hadislerde şuursuz bir dil egzersizinin kastedilmediği aşikâr. (Bu konudaki ironik bir paylaşımımı buradan okuyabilirsiniz) 

"Biliniz ki, ALLAH gafil bir kalpten gelen duayı kabul etmez." (Tirmîzî, De’avât, 66)

İnsanlık hali, hiç kimse hayatının her anını mutlak şuurlu ve farkındalık içerisinde geçiremez ama en azından, bu eksikliğin farkında olup hayat boyu kendini geliştirme gayreti içinde olmak gerekir. Böyle bir gayretin eksikliği, Allah'a ve ahirete iman noktasında bir zayıflığın belirtisidir. İmanda zayıflık da, yapılan dua ve zikirleri kimin dinlediği hususunda gaflete yol açar:

"Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler." (Bakara 186)

"Bana dua edin, duânıza cevap vereyim." (Mü'min 60)


Bu ayetler, bizzat Allah CC'nun duaları dinlediğini ve onlara cevap verdiğini belirtiyor. Şimdi düşünelim. Duaya davet bizzat alemlerin Rabb'i tarafından yapılırken, herkes farklı dua etsin diye herkese farklı kader, farklı karakter verilmişken, insanların tutup, ettikleri duaları dahi aynılaştırıp bir de bunu yüzyıllar boyu sabitlemeye kalkışmaları nasıl açıklanır? Kabe'ye gittiğinizde, eğer biraz şuurlu davranmaya çalışırsanız farkedeceğiniz önemli bir husus, "Allah'ım günahlarımı affet" demekten başka dua etmeyi bilmeyişimizdir. Bu hengamede, ezberleyip binlerce defa okuduğumuz ve manasından gafil olduğumuz Arapça dualar olması, daha da kaygı verici bir durumdur.

"Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!" (Furkan 77)

Duada yardımlaşmak, elbette güzel bir iştir. Hayırhahlıktır. Ne var ki, bu yardımlaşma, tembelliğe itmemeli, duada çeşitliliği engellememeli.

Buraya kadar anlatılanların bir örneği, halk arasında salat-ı tefriciye diye bilinen duadır. Bir takım ihtiyaçların giderilmesi için 4444 defa okunması tavsiye edilir. İnsanlar bu yüksek sayıyı tutturmak için, aralarında paylaşıp okumaya da çalışırlar. Ama bugüne kadar kaç kişi, ezberden okuduğu metni Arapça olarak doğru okuduğunu kontrol etmiştir? Kaç kişi ağzında 7 saniye içinde bitirdiği o duanın anlamını biliyordur? Düşünsenize, ne anlamını biliyorsunuz ne de yanlış okuduğunuzun farkındasınız! Hele bir de yanlış okurken farklı manalara gelecek kelimeler söylüyorsanız? Yani yanlış formül! Anaaa..!

Öte yandan, bu duanın fazileti bir ayet veya hadiste mi belirtiliyor? Namazlarını zenginleştirmek ve Allah'la birebir muhatap olabilmek ve dileğini böylece seslendirmek için bir-iki sayfa Kuran ezberlemeyi zor gören insanlar, binlerce defa aynı sözleri, şuursuzca tekrar ederek isteklerine ulaşmayı mı hedefliyorlar? Böyle daha nereye kadar gidilir? Unutmayın, iş işten geçtikten sonra dua etmek bir işe yaramaz (Rad 11-14, Mümin 50, Yunus 90, Enfal 25)

"Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin." (Ahzab 56)
Bu ayetten nasibimiz, Peygamber'i üzecek bir şuursuzluk olmasın! (Salavat İşlemek)  








Tuesday, May 23, 2017

Kansere Çare


Kanserin temelinde yatan ana faktör, bir hücrenin işini gücünü bırakıp çoğalmaya odaklanmasıdır. Öyle ki, günün birinde bulunduğu yerden kopup seyahat imkanı bulursa, gittiği yerlerde de aynı şekilde çoğalmaya devam eder. Böyle olunca da, vazifelerine konsantre olmuş hücrelerin beslenememesine, dolaşım sisteminin bloke olmasına ve en nihayetinde de bütün sistemin çökmesine, yani ölüme, yol açılır. Peki bu yıkım hikayesi neden başlar ki?



Zaten bu sorunun cevabı tam olarak bilinse, kansere de çare bulunacak ama... Yine de kısmî cevaplar yok değil. Yapılan ilaçlar ve uygulanan tedavi metodları böyle bilgilerin meyvesi. Gün geçtikçe de yeni yeni bilgilere ulaşılıyor. Basit bir arama ile, kansere yönelik tedaviler hakkında bilgi sahibi olmak mümkün. Ne var ki her hasta, tedaviye cevap vermeyebiliyor! Tedavi sürecinde aldığı zehir gibi ilaçlar ve maruz kaldığı radyasyon da cabası... O yüzden en iyisi, kansere yakalanmayı beklemeden, kanserden uzak durmak. Yani hayat tarzınızı ona göre ayarlamak.

Pekiyi, kanserden uzak tutacak bir hayat tarzı nasıl olurdu? Bu sorunun cevabı, komik bir şekilde, diğer genel sağlık sorularına verilen cevaplardan farksız: doğayla içiçe, bol miktarda organik sebze/meyveyle dolu ve temiz hava ve su içeren, stresten uzak, hareketli bir hayat. İşte böyle bir hayat tarzınız varsa, kanser riskiniz oldukça düşüyor. Fakat bundan başka bilgiler de söz konusu. Mesela, çocuğu olup emziren anneler, aynı yaşta olup emzirmeyen annelere göre daha az göğüs kanseri riski taşıyor. Benzer şekilde, yeni bir çalışmada, anne sütündeki bir maddenin, kanserli hücreleri hedef alarak ölüme sürüklediği gözlemlendi. Yani süt emziren de süt emen de kanserden uzak kalabiliyor!

Anne sütünün pek çok mucizevi özelliğine ek olarak bir de kansere çare olabilmesi ihtimaliyle elektriklenen bilim insanları, bu konudaki aktif maddeyi inceleyip, daha etkin hale getirebilme ve bir ilaca dönüştürmeye çalışıyorlar.



Şimdi, enfüsteki bu yolculuğumuzda öğrendiklerimizi, bir basamak âfâka çıkarak uygulamaya çalışalım. Bir insanın kanser olmasının nasılını ve sonuçlarını biliyoruz. Peki insanlığın veya toplumların kanser olması nasıl olur? Mesela, asıl vazifelerini unutup, sadece çoğalmaya odaklanırsa bir toplum, benzer bir durum ortaya çıkar mı? Düşünelim.

Çoğalmak ya biyolojik olarak olur ya da insanların sosyolojik olarak bir gruba dahil olmasıyla olur. Her iki durumda da çoğalmaya kilitlenme, eğitimsizliği, cehaleti, işsizliği, gelecek kaygısını ve en nihayetinde de en minimal seviyede varlığının devamını garantiye almayı doğurur. Yani, insanı insan yapan vicdan, tefekkür, şefkat, irade gibi fakültelerin terkedilmesini ve bir insan yığını oluşmasını netice verir. Böyle bir durum, iman dünyası açısından ölümcüldür. Meşhur, evlenip çoğalmayla ilgili nakledilen hadiste, Peygamberimizin SAV böyle bir şey kastetmediği aşikardır. 

Daha önceki bir paylaşımımda "canlılar alemindeki en büyük güç" olarak tasvir ettiğim üreme, eğer vasıta olmaktan çıkıp gaye haline gelirse, en büyük problemlerden olan kanser olmakta! İnsanlık adına da, insanî fakültelerin rağmına olacak şekilde bir nüfus patlaması, benzer şekilde bir problemdir. Nitekim bugün insan türü, doğa açısından düşünülünce, tam bir kanser örneğidir: içinde bulunduğu bünyenin rağmına çoğalan ve o bünyenin kendinden olan elemanlar. 





Benzer şekilde insanlar arasında da kanser benzeri davranış gösterenler vardır. Bunlar, insanı insan yapan özelliklerden yoksun, sadece varlığını devam ettirmeye odaklanan kitlelerdir, ki bunlar kutuplaştırılmaya, provoke edilmeye ve güdülmeye en yatkın olanlardır. Pekiyi, çözüm ne? Hem etrafımızdaki doğa hem de insanlık için kanser olmaktan nasıl kurtulacağız? Bu sorunun cevabını da, yine enfüsteki okumalarımızın projeksiyonuyla bulmaya çalışalım.

Çoğalmaya kilitlenmiş hücrelerin bir tedavisi, yine çoğalma eksenli bir husus: emzirme ve anne sütü! Ama arada farklar var. İlki edebsiz, cinsellikten başka işi yok ve bencil; ikincisi ise edebli, vazife olarak bunu yapıyor ve kendinden başkasını düşünme eksenli. O zaman, insanların kansere bağışıklık geliştirmeleri için "fonksiyonel anne" olmaları, bununla beraber, bünyelerindeki kanserden kurtulabilmeleri için de "fonksiyonel bebek olup anne sütü emmeleri" gerekiyor. Pekiyi fonksiyonel anne ne demek, fonksiyonel bebek nasıl olunur?

Bu noktada, oldukça subjektif olan, ama mesnedsiz de olmayan bir yoruma gireceğim (sanki buraya kadar subjektif değilmişim gibi... ) Üstad Bediüzzaman, "alim-i mürşid, koyun olmalı, kuş olmamalı" dedikten sonra açıklamasında, bu canlıların yavrularını beslemek için ne yaptığını nazara verir. Koyun, yediğini süte çevirir ve yavrusuna besleyiciliğin ötesinde estetik olarak da güzel bir gıda sunar. Kus ise çiğneyip hafif sindirdiği, kusmuk gibi bir maddeyi yavrusuna sunar. İkisi de besleme fonksiyonunu yerine getirir ama ilki, beslemenin çok ötesinde bir fonksiyon icra eder. Öyle ki, o sütü, koyundan başka canlılar da tüketebilir. 




Aynı süt metaforunu, Miraç hadisesi öncesinde de görüyoruz. Hz Muhammed SAV, Cebrail AS'ın kendisine bir kapta süt bir kapta şarap getirdiğini ve kendisinin sütü seçtiğini, bunun üzerine meleğin "sen fıtratı seçtin" dediğini bildiriyor. Bunun ardından da İsra ve Miraç hadiseleri gerçekleşiyor (Müslim/İman 74). Şarap, aslında bakterilerin artığı; her ne kadar pek çok zararları olsa da insanlara belirli faydalar sağlıyor. Bediüzzaman'ın verdiği kuş örneğiyle analog, yani. O zaman süt de, fıtrî olduğu için, insanı insan yapan özelliklerle uyumludur. Dahası, insanın bünyesinde oluşan bir analiz (ayrıştırma) sonucu değil, yeni bir sentezdir. Diğer bir ifadesiyle hikmettir.


"Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar." (Bakara 269)
Bu noktada, aşırı süistimale uğramış ve tepki de çekeceğini düşündüğüm bir yorum yapmak istiyorum. Farklı yerlerde, Bediüzzaman Hazretleri der ki, Risale-i Nur'u okuyanlar, bu zamanın mühim bir alimi olabilir (21. Lema, 5. Mektup, Hizmet Rehberi). Bu söze istinaden, insanlar onlarca yıldır, o mübarek zatın yazdığı eserleri okumaya ve etraflarına anlatmaya odaklanmıştır. Peki bu insanlar alim olmuş mudur? Binlerce belki milyonlarca insan arasından kaç tanesi alim olup ufkumuzu aydınlatmıştır? 

Bu soru karşısında, tepkisel cevaplar verilebilir, insanlar saygı duydukları kişilerin alim olmadığını kabullenmekte zorlanabilir. Fakat benim görüşüm o ki, eğer bir insan okuduklarını izah ederken sadece analiz basamağında kalıyorsa ve ama orijinal sentezler sunamıyorsa, o kişi koyun gibi değil de kuş gibidir. Yani? Yani, kansere engel olamaz. Yani, kendisini sadece analiz sonucu oluşan bilgiye hapseden kişi ve topluluklar, davranışsal kanserden kaçamaz. Bu insanlar, gerek doğa gerekse insanlık için kanser tehdidi oluştururlar.




Süt oluşması için ne gerek pekiyi? Cevap gayet kolay ve bir o kadar da zor: tefekkür. Tefekkürün meyvesi hikmettir; hikmet, fıtratla uyumlu yeni bir sentezdir. Fıtratla uyumlu olduğu için de bencil değildir, sadece çoğalmaya odaklı değildir. Bundan dolayı da, tefekkürsüz insanlık, çevre için kanserdir, tefekkürsüz insan da insanlık için kanser. (Bu noktada, entropi konusuna değinen başka bir paylaşımıma göz atmak isteyebilirsiniz.)

Süt metaforunu inceledikten sonra şimdi de fonksiyonel annelik metaforuna bakalım. Bir insan aynı anda en fazla 2 bebeği emzirebilir. Normali de 1 bebektir. Aynı anda on kişi emzirilmez. Demek ki, bir insanın etrafı ile süt mü yoksa başka bir şey mi paylaştığının bir ölçüsü de kaç kişi ile etkileştiğidir. Tefekkür ortamları, bir-iki kişiyi geçmez. Kitle ruh haletinin egemen olduğu ve hikmet paylaşımından uzak kalabalıklar ise, kanser gelişimi için bulunmaz fırsattır.

O zaman, tefekkür etmek ve etrafımızla tefekkürlerimizi paylaşmak için ne gerek? Yani süt içmek ve süt içirmek için n'apacağız? Aynı anda hem fonksiyonel anne hem de fonksiyonel bebek olmak nasıl mümkün? Gayet kolay (desem de inanmayın): çocuklarla etkileşim içinde olun ve içinizdeki çocuğu yaşatın. İçinizdeki çocuğun yaşaması için sanata önem verin. Bunları yaptığınız zaman, içinizdeki merak, hayret ve takdir duygularının kıpraştığını hissedeceksiniz. Çocuklarla iletişimini kesmeyen ve içindeki çocuğu yaşatan insanların tefekkürsüz ve vicdansız olmaları veya insanlık icabı düştükleri böyle hallerde uzun süre kalmaları vâkî değildir. 




Aksi yönde davrananlar, birbirlerine hayrı bu şekilde tavsiye etmeyenler, tefekkürsüzlükle Allah'ın ayetlerine kayıtsız kalanlar ise ellerindekini kaybetmeye, birbirlerine düşman olmaya ve ahirette de görüşlerinin kısılmasına maruzdur.

"Böylece şeytan, ona vesvese verdi. Dedi ki: “Ey Âdem! Sana, ebedîlik ağacına ve sona ermeyecek bir saltanata, delâlet edeyim mi (ulaşmanı sağlayayım mı)?” Bunun üzerine ikisi de ondan (o ağaçtan) yediler. O zaman ikisinin de edep yerleri kendilerine açıldı. Cennet yapraklarından üzerlerine örtmeye başladılar. Ve Âdem, Rabbine asi oldu, böylece azdı. Sonra Rabbi, onu seçti. Böylece onun tövbesini kabul etti ve onu hidayete erdirdi. (Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o, dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.” Ve kim Benim zikrimden yüz çevirirse, o taktirde mutlaka onun için sıkıntılı bir geçim (hayat) vardır. Ve kıyâmet günü onu, kör olarak haşredeceğiz. (Kıyâmet günü şöyle) dedi: “Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki ben (daha önce) görüyordum.” (Allahû Tealâ): “İşte böyle, âyetlerimiz sana geldi fakat sen onları unuttun. Ve aynı şekilde (senin yaptığın gibi), o gün (de) sen unutulursun.” dedi." (Taha 120-126)







Friday, May 19, 2017

Geriliyoruz ve Geriliyoruz

İlkokuldan itibaren üniversite yıllarımın sonuna kadar gericilik kavramıyla hep içiçeydik. Sürekli ortalıkta bir gericilik haberi uçuşurdu. Galiba üniversite üçüncü sınıftaydım. Matematikte tensör diye bilinen kavramın Türkçe'sinin "gerici" olduğunu farkettim ve bunu hemen o anda, kalabalık otobüste yanımdaki arkadaş ile paylaştım. Bekleneceği gibi, bana katılmadı. Teknik olmayan ifadelerle size anlatayım, belki siz anlarsınız.



Birbiriyle örtüşmeyen iki çizgi çizin. Bu çizgiler kullanılarak bir düzlem, yani bir alan oluşturabilirsiniz. İşte bu durum için denir ki "o çizgiler, o düzlemi/alanı gerer". Aynı ifadenin İngilizce'sinden yola çıkarak, "tensor" kelimesinin Türkçesi'nin "tensör" değil "gerici" olması gerekir. 

Geriye dönüp bakınca anlıyorum ki, o zamanki gericilik haberlerini pompalayanlar, hem geriye gitme manasına hem de ortamı germe manasına tam uyuyorlarmış. O haberlerin bir kısmı yalandı. Doğru olanlarına gelince, mevzubahis insanların bir kısmı zaten o ifadelere uygun yaşıyorlardı; hem geriyorlardı hem geriliyorlardı hem de geriliyorlardı. Gericilik haberlerine konu olanların masum kısmı ise, o anda haketmeseler de sonraları, hep ileri giden bir çizgi yerine farklı çaplarda spiraller çizen ve yönü hususunda endişelendiren bir hal aldılar.

Yâni? Yânisi şu: istisnalar kaideyi bozmaz; her ne kadar birileri birilerini gericilikle suçlasa da, aslında ezici çoğunluk gerici! Ama kimse o etiketi kendine yediremiyor. "Adidas ayakkabı giyip Mercedes arabaya binince, eline pahalı bir telefon çekip yüksekçe bir mağarada ikamet edince insan olduğunu zanneden bir primat" şeklinde tarif edilebilecek bir hal üzereyiz. Şimdi kesin "Benim Mercedes arabam yok ki" diyerek bu çerçeveden çıkmaya çalışanlar olacaktır... Onlara diyecek sözüm yok!



Şimdi bu ciddi iddiaya zemin teşkil eden bir kaç örnekle devam edelim. Meşhur doksanlar. Değişimin dalga dalga hissedildiği, mini bir rönesans yaşanan zamanlar. Bugünden geriye dönüp bakınca anlıyoruz ki aslında sadece kullandığımız aletler, makineler teknolojikleşmeye başlamış. Ne kitap okumada ne eğitimde ne düşüncede hiç bir atılım yok. İnsanların birbirlerine karşı önyargılardan duvarlar örmesi sabit, büyüklerinden öğrendikleri şeyleri sorgulamadan aynen geçerli kabul etmeleri sabit. Ve bu hengamede birileri kalkıp öbürlerini giydikleri kıyafetlerden dolayı gericilikle suçluyor, eğitim haklarını ellerinden alıyor, temel hak ve hürriyetlerini kısıtlıyor! Sırf kıyafetten! Sorduğun zaman, "asıl mesele, o kıyafetin temsil ettiği kafa yapısı" diyor ama, tu-kaka yapılan kıyafet olmadan dolaşan insanların kafalarının içinde ne gibi şeyler olduğunun hiç bir analizi yok! Öte yandan, o insanları "medenileştirmenin" yolu, onlara işkence etmek midir? Bu mu ilericilik? Ya da o yıllarda uygulanan böyle bir "ilericiliğin" nasıl bir geleceğe zemin hazırladığını bir düşünün.


Şimdi konuyu ironikleştirmesi açısından şu iki örneğe bakın. Birincisi, Hz Muhammed SAV mesajını insanlara anlatıyor, "kendi ellerinizle yaptığınız putları Allah'a ortak koşmayın" diyor. Yani insanları şekillere tapmaktan sakındırmaya çalışıyor. Putperestler ne diyor: "Biz onların içindeki ruha tapıyoruz." Yani kendilerini entelektüel gibi lanse ediyorlar. Ama ilginç ki, rasyonel sorgulamaya girince, "atalarımızdan böyle gördük" diyebiliyorlar. Dahası, putların aracılığı olmadan direkt olarak Allah'a tapanlara, yani müslümanlara, her tür işkenceyi reva görüyorlar, onları "bozguncu" olmakla suçluyorlar! Demek ki neymiş, gericilik suçlamaları ve gericilik yeni bir hastalık değilmiş. 

İkinci örnek, peygamber vefat ediyor, aradan uzun zamanlar geçiyor, inananlar sayıca artıyor ve inanmayanları döndürmek için zor kullanıyorlar, belirli kıyafet standartlarına uymayanları cezalandırıyorlar. Bu kurallara uymayanları "fasık" olmakla suçluyorlar. Demek ki neymiş? İlerici birilerinin etiketini takmak, insanın kendisini ilerici yapmıyormuş.

Bunlar çok sert geldiyse daha yumuşak örnekler de var: "Kot pantolon giyersem, bozulurum, ideallerimden vazgeçerim!" Aslanım, giydiğin pantolonla ideallerinden vazgeçeceksen, onlar zaten hiç bir zaman senin idealin olmamış demektir; kendini kandırma. Yani kot giymeyince süper idealist oluyorsun, öyle mi? Bir başkası, "dînî hassasiyetlerini ve peygambere bağlılığını göstermek" için bir takım kıyafetler giyiyor. İnsanları tiksindiren veya iten tavırlarına rağmen, o kıyafetleri giyince süper mübarek olduğunu ve "rahmet peygamberinin" yolunda olduğunu düşünüyor! Daha bir başkası da röportaj veriyor, eskiden giydikleri açıklıkta ileri kıyafetlerden dolayı "eskiden daha ilericiydik" diyor. Bütün bunların Türkçe'si şu: "benim gibi olan ilericidir, diğerleri gericidir."
 

Meselenin, yenilen-içilen veya yenilmeyen-içilmeyen şeylere bakan tarafı da var. Ne alkol alan ilerici olur ne de almayan gerici olur. Tersi de doğru, ne alkol alan gerici olur ne de almayan ilerici. Alkol bir tarafa, kola içmediği için gericilikle suçlandı insanlar, vaktiyle! 

Şekil değiştirerek ilerici olunacağını ve yine şekil değiştirerek gerici olunacağını zannetmek ve insanı gerçekten insan yapan "hür irade, hür akıl, hür vicdan, kritik düşünme, yaratıcılık, etkileşime ve eleştiriye açıklık" gibi kavramları kitap sayfalarına hapsetmek... Hangi şekilde olursa olsun, asıl bunlar gericilik. Ya da kibar ifadesiyle, "işte bunlar, sonradan görme ilericilik"

Düşünmeyen ve düşünmemeyi şiar edinmiş insanlar belki bir ordu için ideal olabilir ama medeni bir toplum için ölümcüldür. Bu insanlar statükonun can damarlarıdır ve statüko da onların ruhudur. O yüzden değişim isteyen insanları, yenilikçi ruhları bertaraf ederler. Niyetlerinin iyi olması, yaptıkları şeylerin iyi olmasını gerektirmez. "Cahil dostum olacağına akıllı düşmanım olsun" diyen boşuna dememiş!

Son peygamber Hz Muhammed bile, vahiyle destekli olmadığı durumlarda, kendisini eleştirilmez görmemiştir, göstermemiştir. Hal böyleyken kraldan kralcı yaklaşıma girenler, hatta peygamber bile olmayan insanlara karşı haddi aşan derecede saygı gösterenler! Eğer varsa hâlâ aklınız, biraz okuyun (ilk kaynaklardan) ve iyi düşünün.

Toplumlara hedef gösteren kişinin gösterdiğine bakmak yerine onun parmağına odaklananlar! Uyanın ve aklınızı kullanıp kafanızı çevirin. Her şeyin giderek hızlanarak değiştiği ahirzamanda, okuduğu kitapları yüzyıl öncesine demirleyenler! O mütefekkirler, tefekküre zemin teşkil etsin diye yazdılar, kafes olsun diye değil. Vizyon ve misyonunu 40 senedir güncellemeyenler! "İki günü aynı olan bizden değildir" diyen peygambere kulak verin!









Wednesday, May 10, 2017

LGBT Ekseninde Düşünceler - 1


Hemen baştan belirteyim: bu yazıda, LGBT konusunda tepkisel yaklaşım sergilenmemesi gerektiğine dair görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Bunu söylediğim zaman, otomatik olarak bir yığın soru veya itiraz oluşmakta. Bunların hepsini birden cevaplamak mümkün değil. Bunun yerine, LGBT konusu özelinde aklıma gelenleri sırayla anlatacağım. Cevaplanmasını istediğiniz müşahhas soruları yazabilirsiniz.


Kendileri veya yakın tanıdıkları LGBT şemsiyesi altına giren insanlar için bu konularda konuşmak ve aynı tarzdaki kişilerle beraber olmak gayet normal olabilir. Ne var ki, ne kendileri ne de etrafındakiler LGBT şemsiyesi altına girmeyen kişiler, aynı rahatlığı sergileyemeyebilir. İnsan bilmediğine düşmandır. Dolayısıyla soğuk durma, karşı çıkma, baskılama gibi farklı tepkiler söz konusu olabilir. Tepkisellik işin içine karışınca da, yaş ve kuru beraber yanar. Öyle ki, "bu işin yaşı kurusu mu var?" diye sorulabilir bile!

O yüzden, öncelikle konunun temelindeki bir iki noktayı kurcalayarak başlayalım. Öncelikle cinsiyet nedir? Bir şahsın erkek mi dişi mi olduğunu nasıl söylersiniz? Vücudundaki organlara bakarak mı? Böyle bir cevap bundan bir kaç yüzyıl önce verilse anlaşılabilirdi ama bugün biliyoruz ki bir insanı erkek ya da dişi yapan şey sadece dışarıya yansıyan organlar değil! Damarlarımızda dolaşan hormonların gerek vücudumuzda gerekse beynimizdeki etkilerinin, klasik manadaki erkek ya da dişi tanımlamasına uygun davranmamızda büyük etkisi var. Yani mesele sadece organlar değil, hormonlar da var işin içinde, ki onlar gözle görülmezler. Dolayısıyla bir insanın vücudundaki hormonların salgılanması ile dışa yansıyan cinsiyet özellikleri arasında fark varsa, o kişiye toplumda biçilen rol ile o kişinin kendisi için hissettiği rol tamamen farklı olacaktır. Mesela bir erkeğin vücuduna hapsedilmiş bir dişi gibi hissedebilir, veya tam tersi, bir dişinin vücuduna hapsedilmiş bir erkek gibi hissedebilir!



Bu noktada hemen belirtmekte fayda var. Böyle bir durumun ortaya çıkması, ilgili bireylerin kendileri ve çevrelerindeki insanlardan tamamen bağımsız olarak, bazen genetik nedenlerle bazen içinde bulunduğumuz kimyasal çevrenin etkisiyle olabilmekte. O yüzden, "bu onların seçimleri" gibi bir ifadeyle meseleyi kesip atmak kolay değil. Belki öyle olan bireyler de vardır ama herkes için geçerli değildir.

Kişinin kendisinin ve/veya muhatap olduğu çevrenin de (aile/toplum/medya) bu noktada etkileri olabilir. Ne var ki her bireyin, aynı çevresel şartlara verdiği cevap da aynı değildir. Kimi insan için hiç bir şey ifade etmezken kimisi için de vücudunda potansiyel olarak duran yukarıda bahsettiğimiz genetik mekanizmaları tetikleyerek o kişiyi farklılaştırabilmektedir. Yine aynı sonuç: ortaya çıkan ve klasik tanımların dışında olan cinsiyet rolleri, kişilerin kendi şuurlu seçimlerinin neticesi olmayabilmekte. Ondan dolayı da bireylerin kendilerini veya çevrelerini yegâne sorumlu gibi tutmak doğru değildir.

Bir örnekle konuyu açalım. Aşırı zeki olan ve ama otistik belirtileri olan (Asperger sendromu) kişiler çoğu kere hayatlarının ilerleyen zamanlarında tam olarak tespit edilebilirler. Bunun nedeni, normale çok yakın olan davranışları olması ve anormal olan tavırlarının ise insanları hayrette bırakan zekalarının gölgesinde kalmasıdır. Son yıllarda bu konunun üzerine gidilmesiyle daha erken yaşlarda teşhis ve tedavi mümkün olabilmektedir. Ama buradaki tedavi, o kişilerinin anormal yüksek zekalarını normale çekmek için değil, onların mutsuzluğuna neden olabilecek veya sağlıklarını bozabilecek tavırlarının tadil edilmesi içindir.



Aynı şekilde, LGBT olarak normların dışına çıkan bireylerin, hayatlarının ilerleyen noktalarında bunun farkına varmaları nedeniyle, o zamana kadar etraflarında kendileri hakkında yerleşmiş cinsiyet tanımlaması bir tenakuz oluşturmaktadır. Bu tenakuzu, o bireyleri tamamıyla dışlamak için bir sebep görmek doğru değildir. Bunun yerine o bireylerin, herhangi bir birey gibi, sağlıklarını tehdit eden veya toplumla etkileşimlerini gerek kendileri gerekse çevreleri için tehlikeli hale getiren faktörleri gidermek gerekir.

Son olarak şu noktayı da akıldan uzak tutmamak lazım. Hayvanlar aleminde, popülasyonun ihtiyaçlarına göre gerek döllenme gerekse doğumdan sonra büyüme sırasında cinsiyet değişimleri söz konusudur. Benzer şekilde, insan nüfusunun 7 buçuk milyar olduğu ve artık insanların, içinde bulundukları topluma sığamadıkları bir ortamda, şu ana kadar varlığı çok fark edilmeyen bir takım genlerin aktivitesinin artması ve nüfus artışına fren yapması mümkündür. Böyle bir durumda yapılması gereken ilk şey, durumu doğal kabul etmek ve ama bunun fitneye vesile kılınmasını engellemek olmalıdır.











Sunday, May 7, 2017

Canlılar Alemindeki En Büyük Güç


Canlı nedir diye sorulduğunda verilen klasik cevaplardan biri şudur: "etrafındaki değişikliklere cevap verebilen, kendini değişime adapte edebilen ve varlığını devam ettirebilen varlık". Dünya üzerinde canlıların tarihine baktığımızda, en dayanıklı canlıların, yani en canlı canlıların, ise hem bireysel olarak hem de tür olarak değişime ayak uydurabilenler olduğu görülür. Sadece birey olarak ayakta kalabilmek bir başarı olmakla birlikte nesilden nesile aktarılamayan adaptasyonlar, tür adına bir şey ifade etmez. Peki bu, biz insanlar için ne anlatır?


Bizler için ne ifade ettiğine geçmeden önce bir girdi daha yapayım. Genler seviyesine inmemiş değişimlerin aktarılmadığını ve ama genler seviyesindeki değişimlerin yeni, daha gelişkin özellikli bireyleri doğurduğunu biliyoruz. Ve canlılar aleminde bu bilgi, aktif şekilde kullanılmakta, türler böylece devamlılıklarını sağlamaya çalışmaktalar. Genetiğe ait bu bilgi nasıl mı kullanılıyor? Hızlı üreyerek! Evet hızlı üreyerek.

Ansiklopedilere konu olan fiziksel, kimyasal veya sosyal bilumum savunma mekanizmalarını toplayın. Bütün bunlar yanında, uzun vadedeki sonuç açısından değerlendirince en güçlü silah, hızlı üreme. Çünkü bugün seni yenen avcı hayvanın ömrü sınırlı, üreme kabiliyeti sınırlı. Onun ömrü sona erdiğinde, senin neslinden 10 tane yeni birey olduğunda, kimin kazançlı olduğu ortaya çıkar. Öte yandan coğrafik, jeolojik değişimlerde de (iklim değişimi, meteor düşmesi, vs.), hızlı üreyebilen türler, uzun vadede canlılıklarını koruyabilmekte, türlerini devam ettirebilmektedirler. Yani hızlı üreme, en güçlü silah olarak arz-ı endam etmektedir. Peki bu nasıl oluyor?


Özellikle eşeyli üremede, iki farklı bireyin genlerinin hibritlenmesi, yeni karakter kombinasyonlarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla daha çok yeni birey doğurmak demek, daha fazla karakter kombinasyonu demek. Bu da, başarı ihtimalinin artması demek.

İkinci olarak, üreme sırasında yine gen seviyesinde gerçekleşen crossing-over hadisesinde, ne annede ne de babada olmayan yeni özelliklerin oluşması söz konusu ki, yine yeni özelliklerin ortaya çıkmasına vesile olmakta. Dolayısıyla daha çok crossing-over, daha çok yeni özellik demek. Bu da yine başarı ihtimalinin artması demek.

Üçüncüsü, özellikle insan türü için önemli. Ki bu üçüncü noktayla birlikte, aslında başlangıçta sorduğum ""bize bu ne anlatır" sorusuna da toptan bir gönderme yapmak istiyorum. İnsandaki beyin, bilgi edinme ve üretme noktasında doğada benzersiz bir üstünlüğe sahiptir. Ne var ki her insanın da beynini verimli kullandığı iddia edilemez. Hatta, çoğu insanın pasif tüketici ve sorgulamadan kabul edici olduğunu düşünürseniz, insanlığın çoğunun beyninin paslanmış bir makineden farksız olduğu ortaya çıkar. Böyle olunca da yeni bilgi sentezlenmesi dumura uğrar. Halbuki yeni sorgulamalar, yeni araştırmalar, hem insanlık olarak hem de bütün dünya canlıları olarak ihtiyacımız olan şeylerdir. O zaman bu paslanmışlıktan kurtulmak gerekmez mi? Peki nasıl?


Cevap aynı: yeni bireyler ortaya koyarak. Çünkü yeni bireyler, yani çocuklar, yetişkinlerdeki şartlanmışlıklardan uzak oldukları için yeni arayışlara girerler. Zaten yetişkinler arasında da çocukların bu özelliğini taşıyanlar asıl bilim ve araştırma ve dahi tefekkür ruhunu temsil ederler. Bakın, ahirzamanda yeniden gelmesi beklenen İsa AS, çocuklar gibi olanlar hakkında ne diyor:
"13Bu arada bazıları küçük çocukları İsa'nın yanına getiriyor, onlara dokunmasını istiyorlardı. Ne var ki, öğrenciler onları azarladılar. 14İsa bunu görünce kızdı. Öğrencilerine, “Bırakın, çocuklar bana gelsin” dedi. “Onlara engel olmayın! Çünkü Tanrı'nın Egemenliği böylelerinindir. 15Size doğrusunu söyleyeyim, Tanrı'nın Egemenliği'ni bir çocuk gibi kabul etmeyen, bu egemenliğe asla giremez.” 16Çocukları kucağına aldı, ellerini üzerlerine koyup onları kutsadı." (Markos İncili 10:13-16)
Özetlemek gerekirse yeni karakter kombinasyonları, yeni karakterlerin oluşumu ve yeni bilgi üretimi adına hızlı üreme ve içindeki çocuğu koruma, en pratik çözümdür. Doğada da uzun vadeli olarak bakıldığında en büyük güçtür. Bu bilgiler ışığında Kevser Suresi'ne de yeniden bakıp bu büyük güçten kimin mahrum olduğunu görelim mi?
"Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle. Muhakkak Biz, sana Kevser'i verdik. Sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kes! Doğrusu sana kin besleyendir soyu kesik olan!"

Sorgulamamızı bir basamak daha öteye götürüp kurbanla ilgili detaya girmek istiyorum. Daha önceki bir paylaşımımda bu ifadenin, esbabperestlik hastalığına nasıl deva olabileceğini tartışmıştım. Yine önceki başka bir yazımda, varlığımızı devam ettirme adına önemli olan aidiyet hissinin aslında uzun vadeli zararlarının da söz konusu olabileceğini anlatmıştım. Bunların hepsini harmanlarsak, şöyle bir sonuç ortaya çıkmakta:

Varlığının ve içinde bulunduğun rahat şartların devamı adına vazgeçilmez gördüğün ve kendilerine karşı kuvvetli aidiyet hissettiğin esbabtan ara sıra elini eteğini çek. Eğer böyle yaptığında zayıf ve savunmasız kalacağını, yoklukla yüzleşeceğini sanıyorsan bil ki asıl fakirler, asıl zayıflar, sebeplere Allah'a sarılır gibi sarılanlardır.
"insanlar içinde öylesi vardır ki, (yegâne ilâh ve ma’bud olan) Allah’tan başkasını Allah’a denkler tutar, tıpkı Allah’ı severcesine onları severler. İman edenlere gelince: onların Allah’a olan sevgileri çok daha kuvvetlidir." (Bakara 165) 
Aynı manayı kuvvetlendiren bir başka tavsiye de İhlas Risalesi'nden:
"Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, ... ihlâstır... İhlası kazanmak için... Birincisi: Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir... Üçüncüsü: Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz."








Wednesday, May 3, 2017

Müminlerin Çok Eşliliğe Bakışlarının Analizi


Evliliğin tarihçesine bakıldığında, tek erkek-çok kadın, tek kadın-çok erkek veya sayısal ve cinsel farklı kombinasyonlar şeklinde uygulamalar görülmekte. Bu farklı uygulamaların normal kabul edilip edilmemesi de, toplumun o zamandaki yapısına göre değişmektedir. Toplumun öngördüğü ve dinin özünde olmayan bu yargılar kültürel olup dinî bağlayıcılıkları yoktur. Dolayısıyla, İslam'ın evrensel ruhunu tadabilmek için, geleneklerin kısıt ve güdülerinden kurtulmak gerekebilir.


İslam, insanların sadece ahirette değil, dünyada da saadetini hedeflediğinden, evlilik özelinde kültürler ve zamanlar üstü olarak minimal bazı prensipler ortaya koymuştur: karşılıklı şefkat, birbirinin destekçisi olma gibi. O esaslara riayet edip etmemek ise biz insanların elindedir. 

İşte neyi yapıp neyi yapmama hususunda seçim yapma noktasında olan biz insanlar, her alanda olduğu gibi evlilik konusunda da o kadar çok ve çeşitli "zıvanadan çıkma ve süistimal" örnekleri sergiliyoruz ki, insanın "eğer böyleyse hiç olmasın" diyeceği geliyor. Giderek boşanma oranları artıyor, evlilik yaşı ilerliyor, devam eden evliliklerde de mutluluk azalıyor. Buna paralel olarak evlilik dışı beraber yaşamayı tercih edenlerde de artış var. Öte yandan mut'a gibi veya farklı seviyelerde cinsellik içeren başka beraberlik türleri de yayılmakta. Böyle bir ortamda tabii olarak hem evlilik hem de çok eşlilik eksenli konularda tepkisel yaklaşımlar doğabiliyor.

Müminler özelinde düşününce, alevi daha da şiddetlendiren faktörler arasında haram-helal çizgilerinin flulaşması ve haramların yaygınlaşması vardır. Bu nedenle artık dikkatler pörsüyor, hassasiyetler dejenere oluyor. Bu da yine hem aile kavramının içini boşaltıyor hem de farkında olunmayan ve hatalı dünya-ahiret tercihlerini dayatıyor.



Bir de ölümden sonra dirilmeye, cennete-cehenneme imanların zayıflığı söz konusu. Dil ile söylemeye gelince her müslüman bunlara iman ettiğini söylüyor. Ama, aynı insanlar gıybet ederken ahirete imanları etrafta görünmüyor. Veya ticaretlerine yalan-hile karıştırırlarken ahirete iman kavramı, kara deliklerin içinde kayboluyor. Dolayısıyla imanın hayata yansıması noktasındaki eksikliklere paralel olarak müslümanların yaptıkları evliliklerin de iman esaslarını yansıtmaması "acı ama gerçek" bir durumdur. İnsanlar gerçekten cennet ve cehennemin varlığının şuurunda olarak mı evleniyorlar ve bu şuurla mı yaşıyorlar? Düşünmek gerek.


Halbuki İslam'daki evlilik kavramı, dünya ve ahiret saadetini hedef alan sağlam bir aile inşasına yöneliktir. Dolayısıyla, iman ve ahlak zemini sağlam olmayan ve tek evliliklerini bile sağlıklı yürütemeyen müslümanların, bu eksiklerini gidermeden çok eşlilikten dem vurması kabul edilemez.

Öyle ya da böyle çok eşlilik kavramını dile getirenler olunca, tabii olarak buna tepki veren müslümanlar da olabilmekte. Dile getirilenler, haklı-haksız, mantıklı-mantıksız, hissi-akli vs. farklı şekillerde sınıflandırılabilir. Bunların bir kısmı sadece bayanlar tarafından söylenirken bir kısmı bayan erkek fark etmeksizin ortaya konmakta. Bu yazıda, çok eşliliğin niyesine nasılına girmeden, müslüman bireylerin çok eşliliği dışlama yönünde verdikleri tepkileri kritik etmeyi amaçlıyorum. Bu kritiği yaparken de, iman eksenli ve rasyonel bir bakış açısı kullanmaya çalışacağım. Yazı biraz uzun olduğu için ana başlıkları burada veriyorum:

1-"Erkek keyfini sürsün, kadın sürünsün"
2- "Kadınlar neden dört erkekle evlenemiyor?"
3- "Aynı anda iki kişi sevilebilir mi?"
4- "Ben eşimi başkasıyla paylaşamam!"
5- "O kadar zengin misin?"
6- "Mutlak olarak eşit muamele yapamayacaksan caiz olmaz"
7- "O durum sadece bir hastalığı veya özrü olan kadınların eşleri için geçerli"
8- "Evliliğimizin neyi eksik?"
9- “Nikahın geçerli olması için ilan zarureti var”
10- "O'nun gibi koca olsa, ben de ikinci eşi olmak isterdim"
11- "Peygamber'in evlilikleri proje evliliklerdi!"
12- "İyi o zaman, herkes alsın dört tane"
13- "Halbuki helal daire geniştir"
14- "Ama çok süistimaller var."
15 - "Onlar eski devirlerde kaldı"
16 - "Böyle çağ dışı şeyler nasıl hala hayatta kalabiliyor?"




Bu başlıkları nasıl ele alacağımı bir örnekle açıklayayım. Günümüzde yaşayan "modern" (!) bir müslüman şöyle desin: "hem sağlıklı hem de açık fikirli olmak için insanın az da olsa içki içmesi lazım." Bu sözünü desteklemek için de kendince bilimsel çalışmalar, tarihsel tecrübeler vs. ortaya koysun. Bu durumda, şunlar sorulabilir:

  1. Söylediği ve bilimsel olduğunu iddia ettiği argümanlar gerçekten bilimsel mi? Yani objektif mi subjektif bir yorum mu?
  2. Fikirlerine sunduğu destekler genellenebilir ve kuşatıcı özellikte mi yoksa belirli insan gruplarına mı has?
  3. Zaman içerisinde gelişmeye ve evrilmeye açık bilimsel bulgular ve onlara dayanan düşünceler, imanın esası olan hususlarda ve farzlar ve haramlar özelinde dayanak olabilir mi? Bilim ilerledikçe, imanın salt dogmadan ibaret olmadığı, ama gayet makul olduğu ortaya çıkıyor; aynı şekilde farz ibadetlerin faydaları daha iyi anlaşılıyor; ama her farzı yapmak (oruç gibi, zekat gibi) veya her haramı terk etmek (kumar, zina, içki gibi) insanların hoşuna gitmeyebiliyor; o yüzden, bilimsel bilgilerin, insanın nefsinin ve hevasının avukatı olarak suistimal edilmediğinden emin olmak gerek.
  4. Bir mü'min, vahiyle bildirilen hususlarda kânî olduğu için, yani belirli seviyede aklı ve kalbi tatmin olduğu için, iman eder, farzları yapar; yoksa birileri onaylıyor diye değil; öte yandan, kaçındığı haramları da, birileri ayıplıyor veya bir takım zararları var diye değil, Allah ondan razı olmadığı için yapmaz; yani asıl mesele, Allah'ın neyi uygun gördüğüdür; faydalar zararlar değil. Allah'ın açıkça bildirdiği bir hususta farklı bir yol önermesinin nasıl geçerli bir nedeni vardır?
  5. Eğer gerçekten içki içmekte bir takım faydalar söz konusuysa, ki ayette (Bakara, 219) buna işaret var, acaba bunların hayırlı ve helal yollardan kazanılması mümkün müdür?
Bu sorular, iman ve ahlak merkezli bir bakış açısına zemin teşkil edecek ve ama aynı zamanda da İslam'a uygun yeni düşünce ve uygulamalar için açık kapı bırakacaktır.

Kendi konumuza
dönersek, aşağıdaki satırlarda, İslam'daki çok eşlilik konusunun niyesine veya nasılına girmeden, müslüman olduğunu söyleyen insanların çeşitli psikolojik ve sosyolojik saiklerle bu konuda gösterdikleri tepkilerin, îmânî ve mantıksal açıdan kritiğini yapmaya çalışacağım. Bu kritiği yaparken de, yukarıdaki örnekte gösterdiğim mantık çerçevesinde çalışacağım.


1-"Erkek keyfini sürsün, kadın sürünsün"

Çok eşlilik denince akla gelen bu yargı, erkeğin kendi cinsel arzularını doyasıya tatmin ettiği, kadının erkeğe hizmetçi olduğu ve bütün bunlara rağmen kadının ezildiği bir durumu referans alıyor. Öncelikle, "erkek keyfini sürsün, kadın sürünsün" itirazını yükselten insanlar (evli olsalar bile),  muhtemelen cinsel mutluluğun ne olduğunu bilmiyorlar. Çünkü cinsel mutluluk, çift taraflı gerçekleşir. Tek taraflı olan hadisenin vereceği tatmin, tuvalette ihtiyaç gidermenin verdiği rahatlıktan hallicedir. Dolayısıyla, eğer kadın sürünüyorsa, erkek zaten keyif süremez. Bu durum, çok eşlilik bir kenara, tek eşlilik durumunda da geçerlidir. Hz. Peygamber'in SAV hadislerinde de açıkça belirtildiği üzere, ideal olan, her iki tarafın da cinsel olarak tatmin olması, mutlu olmasıdır.

İkinci olarak kimin kime hizmet ettiği hususu var. Halk arasındaki "Bektaşinin namaz kılmama bahanesini konu alan" menkıbede olduğu gibi, çok eşlilikle alakalı olarak da (işine gelen) bazı noktalarda dini öne çıkarıp (işine gelmeyen) diğer noktalarda kültürel yargıları din kisvesine  bürümek söz konusudur. Kuran ve sünnet, eşler arasındaki ilişkiyi karşılıklı sevgi ve şefkat esasına bağlamıştır. Bu, eş sayısından bağımsızdır. Dolayısıyla da eşlerin birbirlerine hizmet etmeyip bu şefkat esasını bozması, evliliği dini zeminden de kaydırmış olur. Bu konuda bizzat Hz Muhammed SAV en başta örnektir.

Üçüncü olarak, bir evlilik yapılıp aile kurulduğunda yapılan tek iş, sabahtan akşama 7/24 haz almak mıdır? Aile çok geniş bir müessesedir ve bunun içinde tatlısı da tuzlusu da acılısı da vardır. Dahası, sürekli haz almak, zaten fizyolojik olarak mümkün değildir. 

Aile olmak, aile bireylerinin hem dünya hem de ahiret saadeti için çalışmayı gerektirir. Hal böyleyken, eş sayısından bağımsız olarak, dengesiz bir şekilde saltanat süren bir erkeğin bu dînî sorumluluklarını yerine getirebileceği iddia edilebilir mi? Kısaca, Kuran'a ve Sünnet'e uygun bir evlilikte, bir tarafın keyif sürerken diğer tarafın sürünmesi söz konusu olamaz. Böyle kötü örnekler varsa, bunların kendi içerisinde rehabilite edilmesi gerekir. Ve bu kötü örnekler, Allah'ın razı olduğu aileyi yansıtmaz.



2- "Kadınlar neden dört erkekle evlenemiyor?"

Öncelikle şöyle başlayalım: dünya ve ahiret saadetini hedefleyecek şekilde olmak ve bununla ilgili sorumlulukları ihmal etmemek kaydıyla (yani flört etmekten bahsetmiyoruz) bırakın dördü, iki erkekle evli olmayı isteyen var mı? Her iki evliliğinden doğacak çocuklarıyla, onların hem dini hem dünyevi terbiyesini ihmal etmeyecek şekilde ayrı ayrı ilgilenmeye can atan var mı? Elbette ki bu vazifeler hem erkek hem de kadın için söz konusu ama fıtri olarak farklılıkların olduğu da ortada. Dolayısıyla, tek evdeki çocuklarıyla uğraşmak kendisine ağır gelen bir anne, bırakın dördü, ikinci bir evindeki çocuklarıyla da ilgilenmeye heves eder mi?

İkinci olarak, "kadınlar neden dört erkekle evlenemiyor" konusu tartışılabilir. Çünkü İslam indiğinde, var olanı tadil etmiştir. İnsanlığın şartlarının değişimi ile birlikte önceden mahzurlu olan şeyler, daha sonra mahzurlu olmaktan çıkabilir ve bu noktada Kuran'da veya sünnette açık bir yasak yoksa, mülahaza dairesini geniş tutmakta fayda vardır.

3- "Aynı anda iki kişi sevilebilir mi?"

Bu romantik idealizm akımı ne zaman başladı bilmiyorum ama kadın-erkek herkes, hayatında birden fazla insanı sevmiştir. Belki biri veya bir kaçı, diğerlerinden daha özel olmuştur ayrı konu ama, insan kalbi, tek sevgiyle doymayacak, yorulmayacak kadar kuvvetlidir. Kaldı ki bir insan, aynı anda pek çok arkadaşını, çocuğunu, akrabasını sevebilmektedir. Aynı durum neden sevgililik bağlamında olmasın? Belki asıl sorulması gereken "aynı anda iki kişi sevilebilir mi" değil, "aynı anda iki evlilik yürür mü" sorusudur. Bu soruya verilecek cevap da genelgeçer olamaz; her fert için ayrı ayrı cevaplanması gerekir. Bir insan aynı anda hem doktor hem de aktör olabilir, hem mühendis hem ses sanatçısı olabilir, hem avukat hem sporcu olabilir. Herkes değil ama, bir kısım kabiliyetli insanlar için bunlar, mümkünün ötesinde, karakter icabı mecburiyet seviyesinde bile olabilir. Aynı şekilde, kimi insan için aynı anda birden fazla evlilik mantıklı olmaz, ama kimisi için de bir sanat icrası gibi estetik olabilir.


4- "Ben eşimi başkasıyla paylaşamam!"

Fıtrat olarak gayet tabi bir reaksiyondur, kıskançlık. Bu duygunun pek çok faydaları olmakla birlikte insanları, gerek erkek gerekse kadın, birbirlerine zulmetmeye, ev içi şiddete kadar götürebilmektedir (ev içi şiddetin farklı nedenleri de olabilir, konu o değil şimdi). O yüzden kontrol altında olması gereken bir histir, kıskançlık. Fakat, kontrol etmek demek, onu baskılamak demek değildir; aksine, onu olması gereken yöne kanalize etmek demektir. Mesela dindar bir bayan, eşini başkalarıyla paylaşmak istemezken, dışarıda giden başka bir kadının kıyafetini, saç modelini kocasına gösterip onun ne düşündüğünü sorabilmekte! Veya yine dindar bir bayan, evindeki televizyondan gelen yayınlardaki sahnelerden eşini kıskanmamakta, hatta onunla beraber oturup seyredebilmekte. Veya kocasının, internet sitelerinden bir takım imajlarla muhatap olması karşısında sessiz kalabilmekte. Demek ki kıskanma fonksiyonunun ayarları var ve oynanabiliyor. Demek ki kıskançlık, dizginlenip kanalize edilebiliyor. O zaman kıskançlık, değer yargılarının ayarlanması ve irade kullanımı ile asıl olması gereken yöne de çevrilebilir! Eğer bu yapılmazsa, evlilikte Allah'ın rızasının ve ahiret saadetinin hedeflenmesi, sadece radyo-televizyon programlarına malzeme olur. Birbirini günahlara karşı kollamak denen olgu lafta kalır.

5- "O kadar zengin misin?"

Evlilik zenginlere has bir iş midir ki çok eşli yaşamak isteyen insanlar için ön şart zenginlik olsun (bkz. Nur suresi 32. ayet)? Hadi ikinci eşini aldıktan sonra işleri kötü gitti adamın; o zaman n'olacak; eşlerinden birini boşayacak mı? Öte yandan bu bakış açısına göre, eşine iyi davranmayan, ailesini ihmal eden ama zengin olan bir adam çok eşli olabilecekken eşine iyi davranan, çocuklarına iyi terbiye veren ama maddi imkanları o kadar iyi olmayan birine tek eşin ötesine geçmeme yasağı koymak mantıklı mıdır? Evlilikte maddi geçim tabi ki önemlidir, ama evlilik, maddi geçim garantisi üzerine değil, dünya-ahiret yolculuğunda sadakat eksenine bina edilir. Nitekim saadet asrında yapılan evliliklerde buna örnek çoktur. Hem zaten günümüzde, erkeğin çalışıp kadının evde kalması gibi bir durum da giderek azalmaktadır ve "o kadar zengin misin" söyleminin altı da boşalmaktadır.



6- "Mutlak olarak eşit muamele yapamayacaksan caiz olmaz"

Bu, İslam kılıfına bürünmüş masum gerekçe de tamamen asılsızdır. Bizzat Kuran'da bakın ne buyruluyor: "Kadınlarınız arasında her yönden adaletli davranmaya ne kadar uğraşsanız buna güç yetiremezsiniz. Bari birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve haksızlıktan korunursanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir" (Nisa, 129). Yani kusursuz adalet imkansız, ama düşüncesizlik ve kasıtlı haksızlık da etmeyin. Durum böyle iken, birilerinin kalkıp Allah'ın açtığı kapıyı, kraldan daha kralcı bir tavırla kapatmaya çalışması anlaşılır bir iş değildir.

7- "O durum sadece bir hastalığı veya özrü olan kadınların eşleri için geçerli"

Bu izni kimler kullanabilir hususunda da bazı tartışmalar yaşanabilmekte. Fıtrat olarak çok eşliliğe yatkın insanlar olabileceği gibi hayatın şartları içerisinde bu duruma yönelenler de olabilir. Bu noktada çok eşliliğin sadece, bir özrü olan bayanın kocası tarafından kullanılabileceği söylenebilmekte. Bu belki geçerli bir durum olabilir ama mesele bu zarfa sığmayacak kadar geniştir. Fakat benim asıl vurgulamak istediğim, çok eşlilik meselesini sadece "kadının eksikliği" olgusuna indirgemenin merhametsizce olduğudur. "Senin eksikliğinden dolayı ..." şeklinde bir açıklamayı yapmak, (olması gereken) aile ruhunu yaralar. Öte yandan, kocanın ihtiyaç ve kabiliyetleri ekseninde bir açıklama, birbirine hayırhah olmayı hedefleyen eşler için daha yapıcı görünmektedir.

8- "Evliliğimizin neyi eksik?"

Çok eşliliğin, bir şeyleri eksik olan veya iyi gitmeyen evlilikler söz konusu olduğunda gündeme geldiğine inanır kimileri. Bu erkeklerde de olabilir kadınlarda da. Halbuki, yolunda gitmeyen bir evliliğin çözümü ikinci bir evlilik değildir. O evliliğin kendi içerisinde çözümlenmesi ve rayına oturtulması gerekir. Her ne kadar istenmese de, gerektiğinde boşanma yoluna gidilmelidir.

Ne var ki çok eşliliğin temel nedeni, bir şeylerin yolunda gitmemesi değildir. Burada, "hangi şartlar çok eşliliği gerekli kılabilir" konusunu tartışmayacağım. Ama o şartlar söz konusu olduğunda, bir evlilik mükemmel olsa bile çok eşlilik opsiyonunu göz önünde bulundurabilir bireyler.

9- “Nikahın geçerli olması için ilan zarureti var”

İmanın da makbul olması için ilan zarureti var, ama ilan ettiğinde seni ezecek bir toplum içindeysen, mecburen ilan edemezsin. Dolayısıyla, imanını ilan etmedi diye, kafir muamelesi yapamazsınız bu kişiye. Oluşan garabet, topluma ait bir kusurdur, bireye ait değil. Nitekim Hristiyan bir toplumda doğmuş büyümüş olan Habeş kralı Necaşi, imanını ilan edememiş olmasına rağmen, vefat ettiğinde cenaze namazı, onun gıyabında bizzat Hz Peygamber sav tarafından kıldırılmıştır.

Aynı şekilde, toplumun şartları gereği ikinci evliliğini olması gereken şekilde ilan edemeyen bir insanın durumunda kusurlu olan birey değil toplumdur. Eğer, "ilan edemeyeceksen, evlenme" denirse, o zaman da Allah korkusuyla haramdan kaçınmak için atılmak istenen helal bir adım yerine toplum korkusuyla (kişisel ve toplumsal) haramlara açık kalmak söz konusudur, ki bir müslüman açısından bu ne derece makuldur?



10- "O'nun gibi koca olsa, ben de ikinci eşi olmak isterdim"

İslam'daki çok eşlilik konusu gündeme gelip de bizzat İslam Peygamber'inin SAV bunu uyguladığı dile getirildiğinde, normalde çok eşliliğe karşı olan dindar bayanlardan böyle bir tepki gelebilmekte. Bu da, hissi olarak anlaşılabilir olmakla birlikte mantıksal olarak yere basmamaktadır. Öncelikle "gerçekten mi?". Yani gerçekten öyle biri olsa bugün, onun ikinci-üçüncü eşi olmak ister miydin? Yapmayacağın şeyi söylemek, Kuran'da yerilir (Saff, 2). Müminlerin anneleri olan Peygamber'in eşleri, bizzat aralarında kıskançlık yaşamışlardır ve bu duyguları ile imtihan edilmişlerdir. O yüzden bizler de kendi adımıza bu noktada dikkatli olmalıyız.

Öte yandan, O'nun gibi birinin daha gelmesi mümkün mü? Ahlakı mucize olan bir insanın bir ikincisi olamayacağına göre, o zaman çok eşlilik kavramı bize tartışma malzemesi olsun diye mi indirildi? Bununla beraber, şu gayet anlaşılır olurdu: "çok eşlilik olsun ve mal varlığına göre değil de ahlakına göre erkekler puanlandırılsın. Böylece ahlaklı olan erkekler tercih edileceğinden, erkekler de ona göre hizaya gelirler."

11- "Peygamber'in evlilikleri proje evliliklerdi!"

Yaşadığı devrin normlarına göre yaşayan bir insan olan Fahr-i Kainat (SAV), özellikle hayatının sonlarına doğru yapmıştır evliliklerinin çoğunu. Bu evliliklerde çoğu kere ya bir kavimle barış yapılması veya onların İslam'a ısındırılması söz konusudur ya da mağdur olan bir sahabe bayana sahip çıkılması söz konusudur. Bununla beraber, konjonktüre ait bu bilgiler, meselenin insani boyutunun olmamasını gerektirmez. Bazı evliliklerde, evet, bu yönler aşırı ön plandadır, bazılarında ise çok daha arka planda olabilir; ama neticede evlilik insanî bir iştir ve sevgi-saygı zeminine oturur. Dolayısıyla, kendisine karşı hiç bir his beslemediği bir insanı peygamberin eş olarak alması akla mantığa uymaz. Peygamberin evlilikleri proje evliliklerdi diyerek onu sanki insan değilmiş gibi lanse etmenin ne tarihsel olarak ne de dinin esasları itibariyle bir dayanağı yoktur.

Öte yandan, peygamberin evliliklerinden dolayı laf çıkartmaya çalışan zamane insanlara verilecek cevaplar mevcut elbet, fakat burada konumuzla ilgili olarak bilinmeli ki bu söylemler karşısında bir eziklik hissetmeye gerek yoktur. Bir insanı aşırı kas gücü olduğundan dolayı eleştirmediğimiz, aşırı zeki bir bilim insanı veya çok yaratıcı bir sanatkar olduğu için aşağılamadığımız veya milyonları sürükleyen bir lider olduğu için geri kalmışlıkla suçlamadığımız gibi aile hayatı ve aile idaresi hususunda öne çıkan bir peygamberimiz olduğu için, bilakis, gurur duymamız lazım. Böylelikle O, diğer alanlarda olduğu gibi hayatın bu yanıyla ilgili olarak da örnek olmuştur.

Kendimize gelende, benzer ölçütler yine geçerlidir; çünkü peygamberimiz, insan bir peygamberdi. Bizim için aramızdan seçilmiş biri. Dolayısıyla, herkesin sanatkar olamadığı ama az insanın olduğu gibi, herkesin bilim adamı olamadığı ama azınlık bazılarının olduğu gibi, vs.,  evlilik hususunda da bazı insanlar fıtrat olarak farklı olabilir. Bu insanları böyle oldukları için yokuşa sürmek, kısaca zulümdür.



12- "İyi o zaman, herkes alsın dört tane"


Durumu böyle anlatınca, hemen gelen tepki böyle olabiliyor. Fakat, önce evlilik ve ailenin dünya-ahiret saadetine yönelik olduğunu hatırlayalım, ondan sonra konuşalım. İkinci olarak, bu mesele herkes için değil, bazıları için; yukarıda değinildiği gibi. Ve istatistiksel olarak da öbür türlüsüne imkan yok zaten. İnsanlığın aşağı yukarı yarısı kadındır, yarısı da erkek. Öte yandan, herkese değil ama bu şekilde hayat sürmek isteyen kadın-erkek bireylere bir takım psikolojik, fizyolojik testler ve eğitim süreçleri verilerek mutlu bir beraberlik geçirmelerine zemin hazırlanabilir.

13- "Halbuki helal daire geniştir"

Buraya kadar anlatılanları göz ardı ederek ve çok eşliliğe götüren hikmetleri ihmal edilerek ve tabi ki sosyal baskıdan da korkarak zorlamalı bir tek-eşlilik sürdüren bir insan, daha sonra istenmeyen posizyonlara girdiğinde, çevresinden böyle bir tepki gelebilmektedir. "Helal daire geniş olduğu halde niye böyle şeylere tenezzül ediliyor... cık cık cık." Evet helal daire geniştir ama oluşturulan mahalle baskısı yüzünden o genişlik kullanılamıyor ki!  Bu baskıyı bizzat dindar insanlar birbirlerine yapıyor. Çok eşlilik olgusu "normal" sayılmayınca da, anormal uygulamalara kapı aralanıyor. Bildiğiniz duyduğunuz çok eşlilik konulu negatif örneklerin bir nedeni de (tek nedeni demiyorum), konunun marjinalize edilmiş olmasıdır. Kısaca, yağmurdan kaçılırken doluya tutulunuyor.

Antrparantez belirtmek isterim, kendileri dindarlıkla ilgili olmadıkları ve sadece haz almak güdümüyle aynı anda bir kaç evlilik dışı ilişki yaşadıkları ve bunda bir beis görmedikleri halde dinde, karşılıklı sorumluluklarıyla 4 evliliğe "müsade edilmesini" gericilik, bağnazlık olarak görenler, aslında beyinleriyle mi yoksa daha uzun-ince bir organlarıyla mı düşünüyorlar araştırmak gerek. Böylelerinin laflarına aldırmamak lazım.
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. O toplum mü'minlere karşı alçak gönüllü, Allah'tan gelen gerçekleri örtbas edenlere karşı, onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah lütfunda sınırsız olup, herşeyi bilendir." (Maide 54)
14- "Ama çok süistimaller var."

Çok eşlilik hususunda az biraz objektif ve realist olmak isteyen ama etraftaki kötü örneklerden dolayı bu yolun takip edilmemesi gerektiğini düşünenler vardır. Aslında böyle bir tutum, diğerlerine nispeten sağlıklı bir tutumdur, çünkü düşünce alt yapısı vardır ve ama realitelere de göz kapanmamıştır. Ne var ki, bir yerlerde yangın olması, ateşi mutlak zararlı veya haram yapmadığı gibi çok eşlilik hususunda da kötü uygulamalar olması, onu mutlak zararlı yapmaz. Kaldı ki süistimaller olduğu noktasından yola çıkarak tek eşlilik bile tartışmaya açılabilir. Demek ki asıl yapılması gereken, kaç eşli olduğundan bağımsız olarak birbirine saygı ve sevgi içerisinde yaşayacak bireyler yetiştirmek. 


15 - "Onlar eski devirlerde kaldı"

Bir takım müminler de, çok evlilik mevzuunun toplumdan topluma değişebilecek bir gelenek olduğunu ve artık geçmişin sayfalarında kaldığını iddia eder. Bu insanlar, aslında farkında olmadan kendi kalelerine nasıl gol attıklarının farkındalar mı? Yani bizzat Kuran'da geçen bir hususta, bu kadar rahat bir şekilde tarihsellikten dem vurmak, dinin temelindeki başka hususlarda da aynı mantığa davetiye çıkaracaktır. Dolayısıyla, mesela, günümüzde gelişen bilim ve teknoloji sayesinde artık "oruç tutmaya, namaz kılmaya, hacca gitmeye gerek yok" gibi söylemlere kapı aralanacaktır. Bu tarihsellik söylemini desteklemek için saçma sapan te'villere giren bilgili cahilleri ise hiç mevzuubahis etmiyorum. 

Öte yandan gerçekten artık geçmişin sayfalarında mı kaldı, çok eşlilik? İnsanların romantik idealist hayallerini bir kenara bırakıp reel dünyada neler oluyor diye objektif olarak bakılırsa, durumun hiç de öyle olmadığı aşikârdır.

Bu hususta akıldan çıkarılmaması gereken en önemli noktalardan biri, illet ve hikmetin farkıdır. Bir şeyin yapılmasının asıl nedeni, onun illetidir. Mesela, seferiyken farz namazı kısaltılır. Bunun hikmeti, zorluğu engellemek, ama illeti, yani asıl nedeni, Allah'ın bunu böyle istemesi ve bize bir ikramda bulunmasıdır. Dolayısıyla, bir insan seferde olsa ama zorluk olmasa, yine de farz namazlarını kısaltır. Öte yandan seferde olmasa ama bin türlü zorluk olsa, namazlarını kısaltamaz, çünkü illet yoktur. Aynı şekilde, çok evlilik hususunu gerektirecek illetler yerine geldiyse, zamana göre değişebilen hikmetlere bakılmaz.




16 - "Böyle çağ dışı şeyler nasıl hala hayatta kalabiliyor?"

"Çağdaş" ve "çağ dışı" ifadelerinin kullanılmasında önemli bir etmen, insanların gerek Batı kültürü yanında gerekse toplum içerisindeki bir takım güç odaklarının karşısında hissettikleri komplekstir. Bu kompleksten dolayı da bir şeyin yapılması için çağdaş olması, terk edilmesi için de çağ dışı olması yeterlidir. Bu hissiyat ve mantalite, özellikle 1800'lerle birlikte revaç bulup insanların kılık kıyafetinden günlük hayatlarındaki pek çok detaya kadar yansımıştır. Aynı ezilmişlik duygusunun bir uzantısı olarak da din kaynaklı pek çok husus terk edilmiştir. Çok değil, bundan 30-40 yıl öncesine giderseniz, namaz kılmanın, tesettürün çağ dışı olduğu ve artık öyle şeylerle uğraşılmaması gerektiğini duyardınız. 

Halbuki, çağdaşlık adı altında pompalanan pek çok husus, sadece kültürel bazı değişimleri yansıtmakta olup reel ve objektif bir fark veya üstünlük içermemektedir. Örneğin kadınların tesettürünü ele alalım. Burada, dinin hangi ölçüde tesettürü emrettiği tartışmasına girmeyeceğim ama, bu yönde bir emir olduğu, Kuran'ı okuyan herkesin kabulü. Kimilerine göre kadınların kıyafetine herhangi bir müdahale çağ dışıdır ve giderek artan açıklık medeniliktir. Fakat bu söylemin, kültürel olmanın ötesinde reel ve objektif bir dayanağı yoktur. Bir insan, nasıl giyinirse giyinsin, önemli olan onun kafasının içindekilerdir, kalbindekilerdir. Aklı ve kalbi eğitilmemiş insanların kıyafetlerini değiştirmeniz (tesettür ya da açıklık yönünde fark etmez), sadece bir ambalaj değişikliği olacaktır. Bu giyim tarzından birine çağdaş öbürüne çağ dışı demek de, ancak ve ancak şekilciliktir. Eğer objektif olarak tespit edilmiş bir takım hikmetler, sakıncalar varsa, o zaman ona göre gereği düşünülebilir, ki böyle durumlar için zaten dinin bir engel koymadığı da o zaman anlaşılacaktır.

Çok evlilik özeline dönersek, yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi somut bazı sakıncalar, zararlar söz konusu olmadığı halde, çok evlilik meselesine çağ dışı bakmak, bir ezilmişlik ve kompleks duygusunun dışa yansımasıdır. Asıl üstünlüğün imanda olduğunu hatırlamak ve imanı kuvvetlendirmeye çalışmak yerine bu subjektif değer yargılarına teslim olmanın hiç bir manası yoktur. Kaldı ki, çağdaş olduğunu iddia edenlerin sunduğu hayat tarzı, tek eşli olarak bile evlilik kurumunun dibine kibrit suyu dökmektedir, aile kavramının içini boşaltmaktadır. Hal böyleyken, asıl masaya yatırılması gereken, aile ve evlilik konularındaki "çağdaş" trendlerdir, çok evlilik kavramı değil.

Sonuç olarak, bu yazıda, inanan insanların çok eşlilik konusuna yaklaşımlarına bir kritik yapmayı hedefledim. Meselenin niyesi, nasılı, hikmetleri vs. ayrıca tartışılabilir. Fakat tartışma eninde sonunda aynı yere gelecek: her ne kadar alışılmadık veya garip gelse de çok eşlilik, yaz orucuna kendimizi koştuğumuz gibi, irade kullanarak içselleştirmemiz gereken ve sosyal koşulların giderek daha da zorunlu kıldığı bir olgudur.