Canlı nedir diye sorulduğunda verilen klasik cevaplardan biri şudur: "etrafındaki değişikliklere cevap verebilen, kendini değişime adapte edebilen ve varlığını devam ettirebilen varlık". Dünya üzerinde canlıların tarihine baktığımızda, en dayanıklı canlıların, yani en canlı canlıların, ise hem bireysel olarak hem de tür olarak değişime ayak uydurabilenler olduğu görülür. Sadece birey olarak ayakta kalabilmek bir başarı olmakla birlikte nesilden nesile aktarılamayan adaptasyonlar, tür adına bir şey ifade etmez. Peki bu, biz insanlar için ne anlatır?
Bizler için ne ifade ettiğine geçmeden önce bir girdi daha yapayım. Genler seviyesine inmemiş değişimlerin aktarılmadığını ve ama genler seviyesindeki değişimlerin yeni, daha gelişkin özellikli bireyleri doğurduğunu biliyoruz. Ve canlılar aleminde bu bilgi, aktif şekilde kullanılmakta, türler böylece devamlılıklarını sağlamaya çalışmaktalar. Genetiğe ait bu bilgi nasıl mı kullanılıyor? Hızlı üreyerek! Evet hızlı üreyerek.
Ansiklopedilere konu olan fiziksel, kimyasal veya sosyal bilumum savunma mekanizmalarını toplayın. Bütün bunlar yanında, uzun vadedeki sonuç açısından değerlendirince en güçlü silah, hızlı üreme. Çünkü bugün seni yenen avcı hayvanın ömrü sınırlı, üreme kabiliyeti sınırlı. Onun ömrü sona erdiğinde, senin neslinden 10 tane yeni birey olduğunda, kimin kazançlı olduğu ortaya çıkar. Öte yandan coğrafik, jeolojik değişimlerde de (iklim değişimi, meteor düşmesi, vs.), hızlı üreyebilen türler, uzun vadede canlılıklarını koruyabilmekte, türlerini devam ettirebilmektedirler. Yani hızlı üreme, en güçlü silah olarak arz-ı endam etmektedir. Peki bu nasıl oluyor?
Özellikle eşeyli üremede, iki farklı bireyin genlerinin hibritlenmesi, yeni karakter kombinasyonlarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla daha çok yeni birey doğurmak demek, daha fazla karakter kombinasyonu demek. Bu da, başarı ihtimalinin artması demek.
İkinci olarak, üreme sırasında yine gen seviyesinde gerçekleşen crossing-over hadisesinde, ne annede ne de babada olmayan yeni özelliklerin oluşması söz konusu ki, yine yeni özelliklerin ortaya çıkmasına vesile olmakta. Dolayısıyla daha çok crossing-over, daha çok yeni özellik demek. Bu da yine başarı ihtimalinin artması demek.
Üçüncüsü, özellikle insan türü için önemli. Ki bu üçüncü noktayla birlikte, aslında başlangıçta sorduğum ""bize bu ne anlatır" sorusuna da toptan bir gönderme yapmak istiyorum. İnsandaki beyin, bilgi edinme ve üretme noktasında doğada benzersiz bir üstünlüğe sahiptir. Ne var ki her insanın da beynini verimli kullandığı iddia edilemez. Hatta, çoğu insanın pasif tüketici ve sorgulamadan kabul edici olduğunu düşünürseniz, insanlığın çoğunun beyninin paslanmış bir makineden farksız olduğu ortaya çıkar. Böyle olunca da yeni bilgi sentezlenmesi dumura uğrar. Halbuki yeni sorgulamalar, yeni araştırmalar, hem insanlık olarak hem de bütün dünya canlıları olarak ihtiyacımız olan şeylerdir. O zaman bu paslanmışlıktan kurtulmak gerekmez mi? Peki nasıl?
Cevap aynı: yeni bireyler ortaya koyarak. Çünkü yeni bireyler, yani çocuklar, yetişkinlerdeki şartlanmışlıklardan uzak oldukları için yeni arayışlara girerler. Zaten yetişkinler arasında da çocukların bu özelliğini taşıyanlar asıl bilim ve araştırma ve dahi tefekkür ruhunu temsil ederler. Bakın, ahirzamanda yeniden gelmesi beklenen İsa AS, çocuklar gibi olanlar hakkında ne diyor:
"13Bu arada bazıları küçük çocukları İsa'nın yanına getiriyor, onlara dokunmasını istiyorlardı. Ne var ki, öğrenciler onları azarladılar. 14İsa bunu görünce kızdı. Öğrencilerine, “Bırakın, çocuklar bana gelsin” dedi. “Onlara engel olmayın! Çünkü Tanrı'nın Egemenliği böylelerinindir. 15Size doğrusunu söyleyeyim, Tanrı'nın Egemenliği'ni bir çocuk gibi kabul etmeyen, bu egemenliğe asla giremez.” 16Çocukları kucağına aldı, ellerini üzerlerine koyup onları kutsadı." (Markos İncili 10:13-16)Özetlemek gerekirse yeni karakter kombinasyonları, yeni karakterlerin oluşumu ve yeni bilgi üretimi adına hızlı üreme ve içindeki çocuğu koruma, en pratik çözümdür. Doğada da uzun vadeli olarak bakıldığında en büyük güçtür. Bu bilgiler ışığında Kevser Suresi'ne de yeniden bakıp bu büyük güçten kimin mahrum olduğunu görelim mi?
"Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle. Muhakkak Biz, sana Kevser'i verdik. Sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kes! Doğrusu sana kin besleyendir soyu kesik olan!"
Sorgulamamızı bir basamak daha öteye götürüp kurbanla ilgili detaya girmek istiyorum. Daha önceki bir paylaşımımda bu ifadenin, esbabperestlik hastalığına nasıl deva olabileceğini tartışmıştım. Yine önceki başka bir yazımda, varlığımızı devam ettirme adına önemli olan aidiyet hissinin aslında uzun vadeli zararlarının da söz konusu olabileceğini anlatmıştım. Bunların hepsini harmanlarsak, şöyle bir sonuç ortaya çıkmakta:
Varlığının ve içinde bulunduğun rahat şartların devamı adına vazgeçilmez gördüğün ve kendilerine karşı kuvvetli aidiyet hissettiğin esbabtan ara sıra elini eteğini çek. Eğer böyle yaptığında zayıf ve savunmasız kalacağını, yoklukla yüzleşeceğini sanıyorsan bil ki asıl fakirler, asıl zayıflar, sebeplere Allah'a sarılır gibi sarılanlardır.
"insanlar içinde öylesi vardır ki, (yegâne ilâh ve ma’bud olan) Allah’tan başkasını Allah’a denkler tutar, tıpkı Allah’ı severcesine onları severler. İman edenlere gelince: onların Allah’a olan sevgileri çok daha kuvvetlidir." (Bakara 165)Aynı manayı kuvvetlendiren bir başka tavsiye de İhlas Risalesi'nden:
"Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, ... ihlâstır... İhlası kazanmak için... Birincisi: Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir... Üçüncüsü: Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz."
No comments:
Post a Comment