Saturday, December 31, 2016

Uzaydan Farkedilebilen Bir Mucize ve Düşündürdükleri


"Onlar, bizim yeryüzüne (kudretimizle) gelip onu etrafından eksilttiğimizi görmediler mi? Allah, hükmeder. O’nun hükmünü bozacak hiçbir kimse yoktur. O, hesabı çabuk görendir." Rad (13/41)

"Evet, biz onları da atalarını da, faydalandırdık. Öyle ki uzun süre yaşadılar. Ama, artık görmüyorlar mı ki, biz yeryüzünü çevresinden eksiltiyoruz? O hâlde, onlar mı galip gelecekler?" Enbiya (21/44)

Yukarıdaki ayetlerde geçen etrafından/çevresinden eksiltilme kavramı, İslam'ın ilk zamanlarından beri tefsircilerin yorumlarına odak olmuştur. Ayette geçen min etrafiha ifadesi, etrafından-çevresinden-uçlarından şeklinde Türkçe'ye çevrilmiştir. Bu bağlamda geçmişten günümüze bu ayete getirilen farklı yorumlara bakalım.

Bir yoruma göre bu ayette geçen arzın eksiltilmesi ifadesi, kafirlere karşı bir tehdit ifadesi olup onların egemenliğinde olan toprakların, mekanların giderek Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve nihai olarak galibiyetin Allah'ın elinde olduğu manasına gelir. Bu yorum, her ne kadar İslam'ın ilk zamanları itibariyle bir doğruluk taşısa da tarihin bütününe bakıldığında hata içerdiği görülecektir. Mutlak galibiyet ve hüküm tabi ki Allah'ındır ama kafirlerin kontrolündeki alanlar, Ali İmran Suresi'nde dile getirildiği üzere (3/140), bazen artar bazen azalır. Öte yandan Müslümanlar'ın Müslümanlığı da ayrı bir tartışma konusudur.


Yeryüzünün etrafından eksiltilmesiyle ilgili bir başka yorum ise, yükselti olan yerlerin erozyon ve toprak kayması gibi doğa olayları vesilesiyle giderek kısalmasıdır. Mutlak manada bir toprak eksilmesine değil de şekilsel olarak bir eksilmeye dikkat çekilir bu yorumda. Tarihin geneline bakıldığında da doğruluğu halen geçerlidir denebilir. Ne var ki şekilsel olarak tepelerde görülen eksilme, başka yerler için de bir artma ifade etmektedir. Dolayısıyla bu yorumun da kendine göre bir eksiği söz konusudur.

Coğrafya biliminin ilerlemesiyle birlikte dünyanın şeklinin tam küre değil de geoid olduğu görülünce, yeryüzünün etrafından eksiltilmesi ifadesine yeni bir yorum getirilmiştir. Buna göre, etrafından kelimesi uçlarından olarak Türkçe'ye çevrilmiş ve kutuplardaki baskılanmaya işaret ettiği söylenmiştir.


Bu yorum, özellikle Batı dünyasının Müslüman coğrafyalardaki gerek politik gerekse felsefik olarak hegemonyasının tavana vurduğu bir zamanda ortaya çıktığı için inananlar için bir moral kaynağı olmuştur. Nazil olmasından 1300 yıl sonra ortaya çıkan bilimsel bir gerçeğin Kuran'da zaten ifade edilmiş olması, "acaba"lar yaşayan nesillere ışık vermiştir. Bununla beraber, dünyanın dönmesi nedeniyle merkezkaç kuvvetinin bir dışa vurumu olan bu etki, mutlak manada bir eksilme değildir. Dolayısıyla kendine göre bir eksikliği söz konusudur.

Bu bağlamda son bir yoruma geçmeden önce bir girdi yapmak istiyorum. Kuran'daki ayetlerin her birinin sonsuz yorumları olabilir. İlahî kaynaklı olmasının bir neticesidir bu. Dolayısıyla kıyamete kadar daha pek çok yorumlar getirilebilir aynı ayet hakkında. Bunların bilimsel veya tarihsel olarak geçerliliklerinin kısmî olması, ayetlerin mutlak manada geçerliliğine halel getirmez. Aksine, insan aklının ve bilgisinin sınırları genişledikçe, Kuran'ın yeniden keşfedileceğini vurgular.

Bahsetmek istediğim yeni yorum ise, bilimsel literatürde "atmosfer kaçması (atmospheric escape)" başlığı altında incelenmektedir. Bir gezegene uzaydan baktığınızda, onun görünen atmosferi, hangi ışıkla baktığınıza göre değişmektedir. Mesela dünyaya çıplak gözle baktığınızda gördüğünüz atmosfer, çok ince olsa da, aslında ondan çok daha hacimli bir atmosferi söz konusudur. Tabi ki bu atmosfer, çok daha düşük yoğunluktadır ve dahası, bu seyrek atmosfer, kararlı değildir, yani sürekli sızmaktadır.


Konuyu biraz daha detaylandırmak gerekirse, Dünya'mızın atmosferinde bulunan hidrojen, helyum ve oksijen, özellikle kutup bölgelerinden uzaya sızmaktadır. Her dakika 180 kg hidrojen, atmosferden eksilmektedir. Atmosferden eksilen bu hidrojen, yüzeydeki suyun oksijen ve hidrojene ayrışması ile dengede tutulmaktadır. Dolayısıyla, aslında Dünya'daki su miktarı da azalmaktadır. Çok yavaş olan bu süreç aynen işlerse, 3 milyar yıl sonra Dünya'nın da Mars gibi kuru, kızıl bir gezegene dönüşeceği tahmin ediliyor.


Eğer Enbiya ve Rad surelerinde geçen ayetlerdeki arz kelimesini su katmanını da içerecek şekilde düşünürseniz, yani sadece kayalara hasretmezseniz, atmosferin uzaya kaçışı nedeniyle dünyanın mutlak manada eksildiğini görebilirsiniz.

Bu enteresan noktayı farketmek heyecan verici olsa da, biraz düşününce, bir burukluk da çöküyor insanın içine. Her ne kadar bu güne kadar herkes er ya da geç ölmüş olsa da bizim ölmeme ihtimalimiz var ya :) , hiç ölmesek bile, bir gün dünyadaki su tükenince, n'apacağız? Hadi onu atlattık, 7 buçuk milyar yıl sonra güneşin şişmesi ile dünya, güneşin bir parçası olacak. Yani ölümden kaçış yok gibi... Yani dünya, kazık çakmak için yaratılmamış gibi...






Wednesday, December 21, 2016

İhtiyaçlar Hiyerarşisine Hapsolmak


Klasik söylemde denir ki, bir insanın biyolojik temel ihtiyaçları karşılanmadıkça, daha duygusal ve daha entelektüel ihtiyaçlarına sıra gelmez. Eğer bu psikolojik teorinin öngördüğü şekilde bir hayata sahipseniz, karnınız doyup temel güvenliğiniz sağlanmadıkça sevgi-saygı denen şeylerle alakanız olamaz. Sevgi ve saygı ortamına kavuşmadıkça da, kendini gerçekleştirme denen ileri insani tavırları veya işleri sergileyemezsiniz. Bu anlayışa göre, tefekkür dediğimiz, insanı hayvan olmaktan ayıran önemli bir unsurun ortaya çıkması için, öncelikle hayvansal yönlerinizin tatmin olması gerekiyor. Pekiyi, hayat, bu öngörüyü doğruluyor mu?


Bu soruya cevap ararken, şunlara bir bakın.

Aşağıdakilerden hangisi, ortalamada daha az bencildir?
A- Zenginler        B- Orta direk       C- Fakirler

Aşağıdakilerden hangisi, ortalamada tefekküre daha açıktır?
A- Zenginler        B- Orta direk       C- Fakirler

Aşağıdakilerden hangisinin ileriye yönelik hayalleri vardır?
A- Zenginler        B- Orta direk       C- Fakirler

Bu sorular listesi uzatılabilir fakat verdiğiniz cevaplarda göreceksiniz ki temel ihtiyaçların karşılanması önemli olmakla birlikte, insanı insan yapan özelliklerin ortaya çıkmasını gerektirmiyor. Yani, "param var, karnım tok, herhangi bir kaygım-idealim yok, e n'apiim o zaman? Bari tefekkür edeyim" gibi bir saçmalık söz konusu değil. Aksine, "e artık param da olduğuna göre, daha fazla nasıl kazanırım" eksenli projeler  veya "herhangi bir kaygımız olmadığına göre hadi eğlenelim; daha fazla/farklı nasıl eğleniriz" vs. sözkonusu oluyor genellikle. Bu mu kendini gerçekleştirmek? Bu mu insanlık?

Tarihe baktığınızda, ve hatta halen hayatta olan insanlara baktığınızda, temel ihtiyaçları tam karşılanmamış olsa bile gerek kendi gerekse insanlık adına büyük idealler peşinde koşan insanlar görürsünüz. Bunların sayısı da aşırı olmasa da az da değildir. Dahası, bugünü bugün yapan önemli adımlar, geçmişten günümüze böyle kendinden geçmiş veya kendini aşmış insanların sırtında atılmıştır. Ve bunlar da, ihtiyaçlar üçgenini tepetaklak eden donelerdir. Neden, nasıl?

Çünkü insanı insan eden asıl unsur iradedir. Biyolojik olarak kendi haline bırakılmış bir organizma, karnını doyurup, güvenliğini sağlayıp cinsel kaygılara kanalize olabilir ama insan olan bir insan, biyolojik güdülere rağmen, ihtiyaçlar üçgeninin neresinde olursa olsun, kendini gerçekleştirmek adına adımlar atabilir. Ki Kuran'a baktığımızda da tam olarak bizden istenen budur.


Gerek zorluklarla dolu Mekke döneminde (örneğin 2/164) gerekse nispeten daha rahat Medine döneminde (örneğin 59/19-21) tefekküre yönlendiren ayetler inmiştir. Yani, "hele Müslümanların karnı doysun, güvenlik ihtiyaçları karşılansın, sonra tefekküre de sıra gelir" değil! Aksine, içinde bulunduğunuz maddi ve sosyal koşullardan bağımsız olarak, sizi bir Müslüman yapan şey, tefekkürü iradi olarak kendinize iş edinmeniz ve bunu her şartta devam ettirmenizdir. Ya da daha genel ifadesiyle, sadece tefekkür değil, insanı insan yapan bütün özellikleri ve işleri, icabında kendinize rağmen hayata geçirmenizdir.

Bu noktada, Haşir suresindeki fedakarlıkla alakalı ayetin (59/9) indirilmesine vesile olan olay hatırlanabilir. Bizzat kendi ve ailesinin ihtiyacı olduğu halde günlerdir açlık içinde olan muhacir kardeşinin karnını doyurmayı tercih eden ve bundan dolayı da herhangi bir pişmanlık duymayan kişi ve ailesi, o gecenin sabahında Yüce Yaratıcı tarafından, kıyamete kadar okunmak üzere tarihe kaydediliyor.

Uzun sözün kısası, "açken siz, siz değilsiniz." O yüzden sadece midenizin değil, aklınızın ve kalbinizin açlığını da dikkate alın, hayat şartları sizi ihtiyaçlar hiyerarşisindeki gibi bedeninizin alt kısımlarına hapsetmeye çalışsa da...




Thursday, December 15, 2016

Bir Okul Hayali...


Inception diye bir film vardı. İnsanlar beraber rüya görebiliyorlardı. Hatta rüyalarını dizayn edebiliyorlardı. Rüyanın içinde rüyalara açılabiliyorlardı. Hatta filmin kendisi de bir rüyaydı… Şimdi sizinle beraber bir rüya görelim mi? Hayatın acı gerçeklerinden uzak, gerçeklerin katılığından, katıların cansızlığından uzak…

Yarın okul açılıyor. Okula daha önceden kayıt için gittiğimizde, mimari ve iç dizayn olarak farklı olduğunu görmüştüm. Binanın duvarları var, ama binanın içinde duvarlar yok. Oda olarak bölünebilecek şekilde kalın ve ince perdeler çekilebiliyor, ama onun haricinde her yer herkesin ya da herkes her yerde. Daha çok bir misafir odası havası var. Tavanlar, düz değil ve sadece beyaz da değil. Kimi yerlerde eğik düzlem gibi, kimi yerlerde kubbe gibi kimisinde de bir yanardağın içindeymişsin gibi konik, vs. Tavanlar farklı desen, renk ve resimlerle kaplı. Binanın içine girdiğinizde, dört duvar arasında gibi hissetmiyorsunuz yani. Odalar şeklinde bir bölünme olmadığı için, binadaki yerlerin isimleri var. İsimler, ülke isimlerinden seçilmiş. Aynı bina içerisinde bütün dünyayı dolaşıyor gibi hissedebiliyorsunuz.


Okulda üniforma olarak da her gün farklı bir kıyafet seçebiliyorsunuz. Okula gelince giyinebileceğiniz, farklı ülkelerin etnik kıyafetleri de var. Zaten öğretmenler arasında da farklı milletlerden insanlar var. Bunlar sadece yabancı dil dersleri için değil, normal dersleri de vermek için buradalar. İster istemez aynı gün içerisinde en azından 3 dil kullanmak durumundasınız.

Okulun bahçesinde, öğretmenler, öğrenciler ve bahçıvanlar beraber çalışmak üzere sürekli devam eden düzenlemeler var. Mesela, bahçenin belli bir kısmının şekli beraberce tasarlanıyor ve sonra el arabası, kazma-kürek vs. kullanarak yeni bir tepe, yeni bir vadi, bir göl, bir çiçek ormanı yapılıyor. Bu işlem sene boyu belirli aralıklarla devam ediyor.

Zaten okulun kendisi de, doğa ile içiçe olunan bir eğitim mantalitesi üzerinde duruyor. Öğrenciler, tarlaya bir şeyler ekip onları topluyor, koyundan inekten süt sağıyor, tavuklardan yumurta alıyorlar. Ağaç dikip, gerektiğinde onları buduyor ve aşılıyorlar. Meyve ağaçlarından meyve topluyorlar. Yeşil çatı olarak tasarlanmış okulun çatısında da yine çiçek veya sebze yetiştiriyorlar.

İlgili resim

Okulun başlangıç ve bitiş saatleri yok. Öğretmen ve öğrenciler yapacakları işlere göre kendileri kendi programlarını yapıyorlar. Dahası, ille de okula gelmek gibi bir zorunluluk da yok. Öğrencilerin dışarıda kendi başlarına veya başka büyüklerin/ustaların yanında yapmaları gereken bir şeyler varsa, oraya gitmek onlar için okul oluyor. Staj sisteminin daha etraflıca uygulanması yani.

Ders programında, her sabah önce sanat ve spor dersleri var. Öğrenciler, bu derslerde yaptıkları çalışmalarıyla bir takım yarışmalara kanalize edilmiyorlar. Çünkü sanat ve spor, üstünlük vesilesi olarak değil, bireysel olgunlaşma vesilesi olarak görülüyor. Sanat dersleri geniş bir spektruma yayılıyor: resim, el işi, fotoğrafçılık, dans, müzik aleti çalma, şan… Spor olarak da herkes futbol veya basketbola mecbur bırakılmıyor, aksine farklı açılımlara fırsat tanınıyor.

Matematik ve fen dersleri, geometriyle ve hayattaki uygulamalarla iç içe işleniyor. Konular, proje geliştirme sürecinde öğreniliyor. Geliştirilen projeler, poster sunumu halinde okul içerisinde sergileniyor. Her öğrenci, okul yılı içerisinde en bir kaç kez bu şekilde kalabalık karşısında sunum yapmak suretiyle düşünce ve hayallerini paylaşmaya ve ilgili soruları cevaplamaya, gerektiğinde de eleştirileri olgun bir şekilde kabullenmeye alışıyor.

Kritik düşünce, retorik ve tartışma sanatı dersleri en önemli dersler arasında yer alıyor. Bu dersler sayesinde, öğretmenin dediklerini veya kitaptaki bilgiyi aynen kabullenip ezberleyen değil, aynı zamanda sorgulayan, soru sormaktan çekinmeyen bireyler yetişiyor. Zaten böyle dersler işlenirken de öğrencilere cevaplar değil, sorular veriliyor. Onlar, cevapları ararken, öğretmenlerinin rehberliğinde metodoloji öğreniyorlar.

critical thinking ile ilgili görsel sonucu

Aynı şemsiye altına giren ama en değişik ders de Bilim Sanatı dersi. Bilim ve sanat gibi taban tabana zıt şeyler nasıl birleşebilir? Bu derslerde, öğrenciler, kendileri bir takım deneyler yapıyorlar. Bunlar basit deneyler de olabilir, kompleks fiziksel/kimyasal/biyolojik deneyler de olabilir. Fakat asıl önemli olan, deneyden sonra yaptıkları. Aynı deney üzerinde yapılan gözlemlerden herkes kendi subjektif sonucunu çıkarıyor ve bunlar paylaşılıyor. Yani bilimdeki "tek ve objektif doğruyu bulma" güdüsü yerine, aynı gerçeklik üzerine kurulu subjektif çokluğa açılıyorlar. Bu düşünce tazının bilim-teknoloji ve sanata potansiyel katkıları bir yana, insanların sosyolojik olarak da birbirlerine hoşgörülü olmaları yönünde bir çekirdek vazifesi görmesi söz konusu.

Tarih derslerinde, kronolojik olaylar ve onların mekanik detayları öğrencilere ezberletilmiyor. Bunun yerine detaylı bir bilim ve felsefe tarihi, sanat tarihi işleniyor. Bunlar yapılırken de yine aynı şekilde ezberci mantıkla değil, insanlığın düşüncelerinin gelişimine dair büyük resmin anlaşılması hedeflenerek, öğrencilerin konulardan ders çıkarmaları ve geleceğe ait kendilerine yön çizmeleri eksenli işleniyor.


Teknolojik olarak icatların gelişimi de ayrıca inceleniyor. Hatta, bu derslerin parçası olarak, bozuk olduğu için elden çıkarılan aletler, derste sökülüp, parça parça inceleniyor, tekrar birleştiriliyor. Genel çalışma prensipleri, mekanizmaları inceleniyor. Benzer şekilde geri dönüşüm kültürünün yerleşmesi için, üst sınıfların yaptıkları çalışmalar, alt sınıflara aktarılıyor ki onlar da onları parçalasın ve analiz etsin, eğer mümkünse farklı bir kombinasyonla tekrar birleştirsin.

Öğrencilerin yaratıcılıklarını geliştirirken öne çıkan bireyselliklerini kanalize etme adına sosyal sorumluluk projeleri de isteniyor öğrencilerden. Geliştirdikleri projeler için parasal kaynak ve insan kaynağı bulma da dahil her aşamada aktif rol alıyorlar ve bunları gerçekleştirerek somut katkı koyuyorlar topluma.

Benzer bir başka sorumluluk çalışması da üst sınıfların alt sınıflara ders vermesi. Derslerdeki başarı seviyesi uygun olan öğrenciler, alt sınıflardan zorlanan öğrencilere yardımcı tayin ediliyor. Fakat ders verme mevzuu bununla kısıtlı değil. Üst sınıflardan öğrenciler, alt sınıflardakilere örnek teşkil etmesi için, kendi hayat tecrübeleri veya yaptıkları projelerden veya istedikleri bir konuda ders anlatıyorlar.


Öğrencilerin etik değerleri öğrenmeleri ve empati kabiliyetlerini ilerletme adına yaratıcı drama dersleri var. Sergiledikleri dramalar üzerinden etik değerleri konuşuyorlar ve bu konuşulanlar, daha sonra öğrencilerin sosyal sorumluluk projelerinde veya alt sınıflara yaptıkları derslerde onlara kaynak oluyor.

Teknoloji çağında olmanın faydalarını alıp zararlarından sakınmak için, internet ve bilişim teknolojilerinin faydalı kullanımı üzerine dersler veriliyor. Aynı bağlamda okulun kendi radyo ve televizyonu var. Tabi ki ticari yayınlar olmadığı için bu yayınların içeriği de ona göre nitelikli. Hatta, 7/24 yayın yapmıyor ve akşam saatlerinde insanların aileleri ile vakit geçirmeleri için yönlendirme yapan özlü sözler müzik eşliğinde yayınlanıyor.

Din derslerinde, farklı dinlerin mensupları gelip bizzat kendi inançlarını ve yaşantılarını anlatıyorlar. Bunun haricinde öğrencilerin kendi dini inançlarına yönelik eğitimler, kulüp aktivitesi olarak yapılıyor ve bu aktivitelere resmi görevliler değil, velilerin onayladığı gönüllü eğiticiler geliyor. Yıllık takvim içerisinde farklı kültür ve dinlere ait önemli günler, herkese duyurularak global bir bilinç oluşumuna çalışılıyor.

Böyle bir sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesinin en hayati noktasında, tabi ki öğretmenler duruyor. Kendisine soru sorulmasından rahatsız olmayan, icabında "bilmiyorum, araştırıp geri döneyim" demekten gocunmayan, yanlış verdiği bir bilgi olduğunda özür dileyip "doğrusu şöyleymiş" diyebilen kişiler lazım. Karşısında rol modellerini böyle gören öğrenciler de kendi hayatlarına aynı kaliteleri taşıyabiliyorlar. Belki daha doğru ifadesiyle, onların vicdanlarındaki fidanlar, böyle bir sera ortamında yeşerme fırsatı bulabiliyor.


Öğretmenlerin bu olgunluğu göstermelerindeki önemli bir önşart da öğrettikleri alanı gerçekten sevmeleri. Bir şekilde hasbelkader girdikleri bölümde mecburen, ittire kaktıra okuduktan sonra maaş alabilmek için okul ev arası mekik dokuyan insanlar değiller. İşini, zevk olarak yürüten, sanat icra eder gibi içten gelerek yapan öğretmenler. Böyle olunca da sadece öğrencileri eğitmekle kalmıyorlar, kendilerini de sürekli geliştiriyorlar. İki sene ardarda aynı ders içeriğini fotokopi gibi tekrar işlemiyorlar.

Yine her bir öğretmenin kabiliyetlerinin keşfedilmesi ve gelişmesi için herkes birbirinin mentoru gibi çalışıyor. Hatta girişimci ve yönetici eğilimi olanların, bu okulla aynı veya benzer mantaliteyi yaşatacakları kendi okullarını kurmalarına yardımcı olunuyor.

Öğretmenlerin bu rahatlığı yaşamalarının altında yatan en önemli faktörlerden biri de, idarenin "öğretmen öncelikli" çalışması. Bu durum, maaşların miktarından ödenme vaktine, okuldaki düşünce ve ifade hürriyetinden idare seçimine kadar her alana yansıtılıyor. Evet, idare seçimle geliyor. Öğretmenler arasından seçiliyor ve iki yılda bir değişiyor. Ardarda iki dönem yönetici olunamıyor ve herkesin er ya da geç idarede bir sorumluluk alması gerekiyor. Böylece, demokratik ve hür bir yapının işlediği okulda yönetim, öğretmenleri önceleyince, öğretmenler de gönül huzuru ve kafa rahatlığıyla öğrencilere odaklanabiliyorlar.

Okulun bütün bu özelliklerinin gerek tanıtımı gerekse devam ettirilmesi adına kampüse sürekli yabancı ziyaretçiler kabul ediliyor. Böylece farklı kurumlarla kültür alış verişine ek olarak, yabancı milletlerden insanların gelmeleriyle çok kültürlülük ve yabancı dil kullanımı olguları öğrencilerin kafalarında yer ediniyor...

Ve tabi ki mezun olan öğrencilerin anılarını kalıcı kılmak adına yıllıklar çıkarılıyor ama bunlar espriye ek olarak ansiklopedik bir şekilde onların yaptıkları projeleri vs. de içeriyor. Mezunlar, her yıl bir araya gelerek, okulun mantalitesine yönelik eleştiri ve katkı koyuyor veya alternatif okul mantaliteleri oluşturarak bunların gerçekleşmesi için elele veriyorlar.






Monday, November 21, 2016

Kara Şelaleyi Seyrederken


Ahir zaman içinde,
Cepler telefon içinde,
Pireler server iken,
Develer hoparlör iken,
Ben beşiği icad edeni usuuul usul seyrederken bir kara delik varmış.

Bu kara delik, çok büyük olduğu için çok açmış, sürekli yermiş yermiş yermiş ama bir türlü doymazmış.Yanına yaklaşan koca yıldızları bile bir çırpıda bitiriverirmiş. Obur kara delik, insanların da ilgisini çok çekermiş. Hem tehlikeli olduğundan hem de onu seyretmek çok zevkli olduğundan. Tehlikeli olmasını anladık da seyretmenin zevki de n'oluyor diyorsunuz değil mi?

Kara delik yıldızları yutarken ortaya çıkan manzaralar çok hoşmuş. Kuzey ışıklarını andıran, ama onlardan çok daha renkli ışınlar çevrelermiş kara deliği.


Bundan dolayı insanlar, kara deliğin etrafına bir çember yapı inşa etmişler. Bu yapının içinde alış veriş merkezleri, restoranlar-kafeler, oteller, spor merkezleri gibi çeşitli işyerleri de varmış. Böylece insanlar, şelalelerden dökülen heybetli su kütlelerine bedel, kara deliğin içine akan maddeleri ve onlardan çıkan ışıkları seyredebiliyormuş.

Ne var ki, insanlar bu manzaralarla aslında o kadar da ilgilenmiyormuş. Oturup hayran hayran seyretmek ve his ve düşünce tufanında kendinden geçmek yerine, kara deliğin fotoğraflarını çekip diğer galaksilerdeki arkadaşlarına göndermekle meşgul oluyorlarmış.


Bu insanlar arasında, zaman yolculuğu yapan ama kendini çaktırmayan birisi varmış. Kara delik manzarası karşısında herkesin bu halini görünce çok üzülmüş. Sadece onların o haline değil, kendisinin asıl yaşadığı zamandaki insanların da benzer şekilde etraflarındaki harikalara kayıtsız kalması ve insanlığın bu boşvermişlik halinin devam etmesine...

Bu kişi, hem kendine ders olması hem de kendisinin ve çevresinin aynı akıbete maruz kalmaması için şu ayeti tekrarlarmış:

"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler." (Yusuf Suresi, 105)
Demek ki gerçekten insanlar, sadece yerdeki ayetlerin değil göklerdeki ayetlerin bile yanından geçebilecek kadar bilim ve teknolojide ilerleyeceklermiş... Ama, göklerdeki ayetlerin yanından geçerken bile, umursamazlık sergileyebileceklermiş...





Benim Adım: Fidan Diken


Günümüzde çevre konusu gerek bilim çevreleri gerekse sivil toplum kuruluşları tarafından gündemde tutulmaya çalışılıyor. Her ne kadar insanın ve diğer canlıların hayatının sağlıklı bir şekilde devamı habitatı korumamıza bağlı olsa da, gözden kaçan diğer bir nokta da insanların iman dünyasının da aynı çevreye bağlı olduğudur.



Kuran-ı Kerim'de geçen, doğaya referansta bulunan sayısız ayet varken ve Yüce Sanatkar bu yarattıklarını birer "ayet" olarak nitelerken, biz insanların doğa katliamına çıkması, Allah'a karşı saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu bağlamda, doğadan giderek kopan modern insan, aslında yaratıcısından da uzaklaşmaktadır. Beton binalar içerisine hapsolmuş bir dini hayatın canlılığı, bir ağaç heykelinin calılığından farksızdır. Bu açıdan, hem doğanın korunması hem de ondan kopulmaması adına hadislerde teşvikler görürüz:


"Herhangi bir müslümanın diktiği ağaçtan yenen, çalınan ve eksiltilen herşey onun için sadakadır." (Müslim, Kitab-ül Müsekat 7)
"Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen şey kıyamete kadar o kimseye sadakadır." (Müslim, Kitab-ül Musekat 10)

Bir insanın kendi ölümünden sonra bile sevap defterini açık tutacak böyle bir amel, gayet caziptir. Fakat, normal zamanlara ait bu hadislerin yanında bir de kıyametin kopması hengamesinde ağaç dikmekle ilgili bir hadis vardır. Kimsenin faydalanmayacağı, dolayısıyla ne o kişiye ne de bir başkasına kısa ya da uzun vadede hiç bir fayda vermeyeceği garanti olduğu halde neden fidan dikmek?
"Kıyamet koparken elinizde bir ağaç fidanı varsa ve onu dikebilecekseniz, onu dikin" (El Müfred, 479)
Aynı bağlamda incelenebilecek başka bir söz de, Peygamberimiz SAV zamanında yaşamış ve müslüman olmuş bir yahudi alimi olan Abdullah bin Selam'a ait:
"Sen palmiye fidanları dikmekle meşgulken Deccal'ın çıktığını duysan, işini aceleye getirip yarım bırakma, çünkü daha sonra insanlar ondan faydalanacaklardır." (El Müfred, 480) 
Abdullah bin Selam'ın bu sözünü daha iyi anlamanız ve fidan dikmenin önemini göstermesi açısından, Deccal fitnesi hakkında iki hadisi burada verelim:
"Âdem’den kıyamet kopuncaya kadar Deccal’dan daha büyük bir fitne yoktur." (Müslim 54/158)
"Hiçbir peygamber yoktur ki kavmini onun fitnesi hakkında uyarmamış olsun." (Buhari 92/74)
Yani, insanlık tarihinin en büyük fitnesi başınıza çökeceği hengamede kaçmak yerine, elinizdeki fidanı en güzel şekli ile dikmeniz, sizin için daha hayırlıdır. Çok enteresan değil mi?

Kıyamet kopuyor olsa bile, Deccal geliyor olsa bile elindeki fidanı dik!

Peki neden?

Cevap aslında gayet açık. Bir salih amelin yapılmasındaki temel neden, faydanın gerçekleşeceğine dair garanti değil, tanım olarak müslümanın salih amel işleyen ve dünyada huzuru ve iyiliği hakim kılmaya çalışan kişi olmasıdır. Bu şuna benzer; güneş, biz onun aydınlığından istifade etsek de etmesek de ışığını verir; çünkü o güneştir. "Eğer faydalanmayacaksanız, ışığımı vermiyorum" demez. Peygamberler de, "eğer insanlar kabul edecekse mesajımı ileteyim" gibi bir pazarlığa girmez, anlatacaklarını anlatırlar; çünkü onlar peygamberdir. Aynı şekilde bir müslüman, müslüman olduğu için iyilik yapar. İşte bundan dolayı da elinde fidanı olan bir kişinin eğer imanı kuvvetliyse, sonuçlara dair bir kaygı olmadan, işini tamamına erdirmeye çalışır.

Pekiyi, bir fidanın hayat bulması ve yeşermesi bu kadar önemlidir de, körpe dimağlarda imanın yeşermesi, gençlerin geleceğe dair ümitlerinin hayat bulması ondan daha az mı önemlidir? Evrene ibret nazarıyla bakıp, varlığın merkezinde olan "iman" işini gerçekleştirecek olan bireylerin yetişmesi, elbetteki çok daha önemlidir.

Dolayısıyla, kıyamet kopuyor olsa bile, insanlık tarihinin en büyük fitnesi başınıza çöküyor olsa bile, yeni fidanlar dikmeye devam ediniz. Çünkü siz, müslümansınız.






Thursday, November 10, 2016

Karikatür Krizleri Hakkında


Ya bir yerlerde müslümanlara atfedilen bir şiddet olayının ardından ya da öyle bir olay olmaksızın genel müslüman imajından dolayı, basılı medyada nahoş yayımlar çıkabiliyor. İslam'ı temsil ettiğini iddia eden azınlık grupların yaptıkları yıkımlardan dolayı hem barış dini olan İslam'ın imajı zedeleniyor hem de dünyanın her yerindeki müslümanlar hakkında önyargılar şiddetleniyor. Bu reel ve potansiyel tehlikeler karşısında, Kuran'a bakarsak, Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir." (Maide, 105)
Yani, var olan tehditleri savuşturmak ve gelecek olabilecek daha başka krizleri önlemek adına yapılacak en öncelikli şey, karşı atağa kalkmak değil, kendimizi düzeltmek. Eğer karikatür krizleri ardı ardına geliyorsa, demek ki müslümanlar olarak kendimizi düzeltmemekte ısrar ediyoruz, bu ayete göre. Haddi zatında, aynı noktaya referans veren bir başka ayette de, konuyu çok daha farklı noktalara bağlayan ipuçları görüyoruz:
"Allah'tan başka yalvarıp yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a söverler." (Enam. 108)
Yani, eğer sizin mukaddeslerinize o veya bu şekilde sataşılmasını istemiyorsanız, siz de başkalarının mukaddeslerine veya hayati değer verdikleri şeylere sataşmayın. Bu ayetin, yukarıda da dile getirilen ayetle ortak yanı anlaşılıyor. Ve bu bağlamda taşkınlıklara kapılıp daha fazla şiddet ve yıkım işleyen insanların yaptıklarının yanlışlığı aşikar hale geliyor. Fakat meselenin bir de derini var.

Olgun veya medeni müslüman olduğunu düşünen insanların karikatür krizleri sırasındaki tepkileri genelde şu eksendeydi: "İfade hürriyetine diyeceğimiz yok ama mukaddeslere laf etmek kabul edilemez." Yani, insanların veya basın kuruluşlarının bu noktada otosansür uygulamasını istiyorlardı. Peki bu istek, Kuran'la bağdaşıyor mu?



Öncelikle, müslümanlarla genel manada dalga geçen kafirlerle, Kuran da dalga geçiyordu. Mesela:
"Allah'ın ayetlerini inkar edip haksız yere peygamberleri öldürenlere, insanlardan, doğruluğu emredenlerin canlarına kıyanlara gelince: Onları elemli bir azapla müjdele." (Ali İmran, 21)
Bu ayetteki kelime sırası doğru okunursa aslında şöyle der: Müjdele onları, acı bir azapla. Dolayısıyla kafirlerin sözlü sataşmaları karşısında, "karşılıklı susturmaca" değil, aksine, şiddet içermemek kaydıyla sözlü atışma kapısı açık bırakılıyor. Bunun nedeni ne olabilir? Pek çok hikmeti olabilir ama bir tanesine ışık tutmak için şöyle bir enstantane düşünün. Trafikte gidiyorsunuz. Solunuzdaki araç hafifçe ilerleyip aniden önünüze kırıyor, ve işaret de vermeden aniden yavaşlayıp sağ tarafta bir sokağa giriyor. Şimdi bu anda, arabalardan çıkıp dövüşmek mi yoksa o sürücünün arkasından bir küfür savurmak mı daha ehven? Dürüst olun!



Aynı şekilde, her ne kadar hoş olmasa da insanların ifadelerine yansıyan bazı aşırılıklar, aslında gerçek şiddetin patlamaması için düdüklü tencerenin düdüğünün açılması gibi vazife görmektedir. Bu da, genel manada barışın korunması adına önemlidir. Yani, ana konuya dönersek, İslam adına işlendiği iddia edilen terör veya başka şiddet olaylarına maruz kalan toplumların karikatür veya başka yazılara yansıyan nahoş ifadelerini susturmaya çalışmak, her ne kadar medeni görüntüde de olsa, aslında doğru değil. Çünkü Kuran, ifade hürriyetinin kısıtlanması yönünde bir tavsiye sunmuyor bize.

Nasıl ki bir aile içerisinde ara sıra tartışmalar vs. olsa da en nihayetinde özür dileniyor ve sevgi tesis ediliyorsa sorun olmadığı gibi,  insanlık ailesinde de o veya bu nedenle gerçekleşecek ifade sataşmaları, susturulmamalı. Bunun yerine herkes o sataşmalara mahal veren davranışlarını düzeltmeye odaklanmalı ve insanlık ailesinin tekrar huzura kavuşmasına odaklanmalı.

En doğrusunu Allah bilir...





Sunday, November 6, 2016

Kaçınılmaz Başarı


Bir iş çıkışı alel acele hazırlanıp gidiyoruz, ailecek. Nereye mi? Okula. Çocukların okulunda gösteri var. Yavrucaklar hazırlanmışlar günlerce, biz veliler sevinsin diye. Onlarla beraber öğretmenleri de, yöneticileri de ekstra mesai yapmışlar, kendi ailelerine vakit ayıramamışlar. Biz veliler sevinelim diye.

Derken program başlıyor. Çocukların söyledikleri şarkılar, sene içinde farklı aktivitelerde çekilmiş fotoğraflar... Vakit güzel geçiyor. Derken, programın arasında, hem görevli çocukların dinlenmeleri hem de sonraki programlarına hazırlanmaları için ara veriliyor. Bu süreyi doldurmak için de okulun yetkililerinden biri konuşma yapmaya çıkıyor.


Alkışlarla sahneye çıkan yetkili, aynı zamanda veli de. Kendi çocuğu da o okulda okuduğu için, işine ekstra ihtimam gösteren sorumluluk sahibi biri. Uzun senelerdir okulun devam eden başarısı ve okul hakkında ifade edilen memnuniyetler de, onun bu gayretlerinin şahidi.

Konuşmanın bir yerinde saygıdeğer yetkili, öğrencilerin gerek derslerinde gerekse okul dışında girdikleri sınavlarda başarılı olmaları için ne gibi yoğun çalışmalar ve ne gibi stratejiler takip ettiklerini anlatıyor. Enine boyuna iyi çalışılmış ve alınan sonuçlarla da işe yaradığı kanıtlanmış bir yol izlediklerini anlatıyor. Kendimce bazı noktalarda eleştirilerim olsa da "o kadar kusur kadı kızında da olur" veya "zamanla onlar da hallolur" diyerek takılmıyorum. Tam o ara, yetkili ekliyor:
"Bütün bunları yapınca da başarı kaçınılmaz oluyor."
Bu cümleyi duyunca bir irkiliyorum, garipsiyorum. Geleceğe yönelik olarak bu kesinlikte bir cümlenin kullanılması doğru gelmiyor. Kafamda kırmızı alarmlar yanıp sönmeye başlıyor. Yanlış bir yönelişin erken işaretleri olarak yorumluyor ve kaygılanıyorum. Daha sonra program devam ediyor: şiir okumaları, jimnastik gösterileri.

Programı takip eden günlerde aynı konuyu düşünürken, şöyle bir yorum geliyor aklıma. "Onlar, bu işi profesyonel olarak yapan insanlar. Nasıl ki sen mühendis olarak, tabiat kanunlarını kullanıp dizayn yapıyor ve -şu şu koşullarda bu alet şu şekilde çalışır- diye net konuşabiliyorsan, onlar da eğitimin kanunlarını kullanıp başarıya giden bir yol dizayn ediyorlar. Buna dayanarak da öyle konuşuyorlar." Bu vardığım sonuç, beni teskin ediyor mantıksal olarak, ama yine de kullanılan ifadelerde içime sinmeyen bir şeyler var. Ne mi?

Her zaman konuşulan ama hayatın ne kadar içine sızdığı farkedilemeyen bir hastalığın belirtilerini görmek beni rahatsız ediyor: esbabperestlik. Kendimizce yaptığımız deneyler, edindiğimiz deneyimler neticesinde ortaya çıkan kalıplar ve metodlara teslim olmamız ve böylece "başarının kaçınılmaz olması". O metodlara teslimiyetimizin bizi istediğimiz sonuca götüreceğine olan sarsılmaz inancımız ve kendimizi başarının adresi olarak görmemiz. Sorulduğu zaman, "Allah'ın koyduğu kanunlar bunlar" dememiz ve ama sürecin ne başında ne sonunda Allah'ın yakınlığını hissetmememiz. Bunun yerine halkın takdirini, sınav sonuçlarını "doğruluğun ölçüsü" olarak görmemiz.


Vaktiyle Titanik, insanoğlunun yaptığı en büyük hareket eden nesneymiş. Batırılamaz tarzı söylentiler varmış. Ve ilk çıktığı yolculukta, hiç beklenmedik bir yerde beklenmedik bir şekilde buz dağına çarparak batmış. Titanik de Allah'ın kanunlarına uyularak yapılmıştı. O'nun kanunlarına uyularak yüzdürülmüştü. Ama iki artı ikinin dört etmesine çok alışık olsak da, o aslında bizim zannettiğimiz gibi bir kanun değil. Çünkü her seferinde beklediğimiz sonuç, gerçek zamanlı olarak bize rahmet eliyle veriliyor. Kanun diye isimlendirdiğimiz kalıplar, biz istemeyi bilelim diye var. Yoksa, rahmet elini robot koluna döndürelim diye değil.


Yakın tarihe bakınca Osmanlı da yıkıldı, Titanik de battı, Hindenburg zeplini de patladı, Hitler de öldü, Sovyetler Birliği de dağıldı, Challenger ve Columbia uzay mekikleri de param parça oldu ve kaçınılmaz zannedilen başarı da kaçılmaz hapse döndü. Süpernovalar, en büyük yıldızlardan oluştuğu gibi, evrenin mikrokopyası olan dünyada da en şatafatlı sonlar, en büyüklerden ortaya çıkıyor. Ve her son, yeni başlangıçların kilometre taşı oluyor. Bizzat içinde yaşadığımız evrenin kendisinin de bir süpernova sonrası olması gibi...








Sunday, October 30, 2016

Kayıp Nesil


Ben kayıp bir neslin üyesiyim!
Ve şuna inanmak istemiyorum
Ben dünyayı değiştirebilirim
Bunun bir şok olacağının farkındayım ama
“Mutluluk insanın içinden gelir”
Diyenler yalan söylüyorlar ve
“Beni asıl mutlu edecek olan paradır”
Dolayısıyla, önümdeki 30 yıl içinde çocuklarıma anlatacağım ki
Hayatımdaki en önemli şey onlar değil
İşverenim bilecek ki
Önceliklerini bilen birisiyim, çünkü
İşim
Benim
Ailem
Ben diyorum ki
Bir zamanlar
Aileler beraber yaşarlardı
Ama benim çağımda bu geçerli olmayacak
Hız çağının toplumuyuz
Uzmanlar diyorlar ki
Bundan 30 yıl sonra, boşanmamın 10. yıldönümünü kutlayacağım
Zannetmiyorum ki
Kendi inşa ettiğim bir ülkede yaşayacağım
Geleceğin dünyasında
Çevreyi tahrip normalleşecek
Artık iddia edilemeyecek ki
Ben ve yaşıtlarım dünyaya değer veriyor
İleride anlaşılacak ki
Benim neslim tenbel ve hasta ruhlu!
Zannetmeyin ki
Ümit var!

Ve bunların hepsi doğru olacak, eğer tersine çevirmek istemezsek.

Jonathan Reed

Orijinali İngilizce olan bu şiiri Türkçe'ye çevirdim. Çevirirken, içerdiği sanatı korumaya çalıştım ve bundan dolayı, genel manayı korumak kaydı ile, bir kaç ufak değişiklik yapmak zorunda kaldım. Şimdi bu şiiri, son satırda söylendiği üzere, bir de aşağıdan yukarı doğru okuyun; bakalım n'olacak.


Sunday, October 16, 2016

Küçük Mütefekkir (6)


Bir kediyi aç, susuz evde kilitli bırakan ve böylece ölmesine neden olan bir kadının cehenneme giden yola girdiği bildirilmiş. Acaba girdiği yolun sonunu, fütüroskopla görse yine de o yaptığını yapar mıydı?




Sahaf amcanın dükkanından eve dönerken gördüğüm kedilere bakarken aklıma geldi, bu olay. Bugünkü teknolojilerle, eskiye göre çok daha fazla iyilik imkanı var. Ama öte yandan aynı fırsatlar kötülük için de geçerli. Eskiden yapılması için uzun zaman ve bir çok insan gerektiren kötülükler bugün, teknoloji sayesinde tek bir insan tarafından bile yapılabiliyor. Bu yapılanlar arasında en ağır olanlardan birisi, insanların ruhunu öldürmek olsa gerek diye düşündüm. Niye mi?




Öncelikle bir kediyi bile öylece aç bırakmak, insanın işini bitirebiliyorsa, bir insanın aynı şekilde aç-susuz ölümüne neden olmak, çok daha ciddi olsa gerektir. Pekiyi, insanların ruhunu öldürüp onları yürüyen mezarlar haline getirmek? Onların ümitlerini söndürüp Allah'ın taktığı o tefekkür tâcını işlevsiz hale getirmek? Çürüsün diye beyinlerin kafataslarından çıkmasına engel olmak... Bunlar karşısında, Yaratan'ın  ilgisiz kalması düşünülebilir mi?




Hesap gününde "bana, terk edilesi bir şey muamelesini layık gördüler" diye hüzünle şikayetini bildirecek olan Kuran'ın, o gün gelmeden evvel mutsuzluğunu, Sahibi'ne bildirmemesi mümkün mü? İnsanları yıllarca düşünmeye çağıran irade ve tefekkür insanının "Rabb'im ben yenildim; yardım et" duasını cevapsız bırakmayan Yüce İrade, düşüncesizliğin gelenek haline gelmesi karşısında yeri-göğü birbirine katmaz mı? Bir saati bin yıl nafile ibadete denk tutulan tefekkürün, bir saat yaşatılıp bin yıl öldürülmesinin bedeli nedir?




Sağanak yağmur gibi ardı ardına gelen bu düşünceler, fütüroskobumda evvelsi gece gördüklerim nedeniyleydi. Bir türlü kafamdan atamıyordum, o görüntüleri. "Sadece olası bir gelecek senaryosu, zamanın dalgaları arasında silinip gider" diye zihnimi başka tarafa da çeviremiyordum. Her seferinde "ya olursa?" diye tekrar tekrar kafama bir çekiç iniyordu. Belki de daha önceden fütüroskobumda görünen ve sonra kaybolan o kitap, böyle yok olacaktı. Belki hiç yazılmayacaktı, belki de yazıldıktan sonra gün yüzü göremeden kaybolacaktı. Belki kitaptan füze ile çıktıktan sonra gördüğüm, uykuda olan diğer insanlar, tam da bu akıbetin habercisilerdi. Adım adım gelen bir felaketi, gözümün önüne serilen ipuçlarına rağmen anlayamamıştım. Belki halen saçmalıyordum. Ama saçmaladığımı ispat edebilecek bir vaziyet de yoktu etrafımda.




Evime gittim. Son amel olarak ne yapmış olsam iyi olurdu diye düşündüm. Hiç olmazsa, ergenliğe yeni adım atan bir genç olarak kısa hayatıma gözlerimi kapatırken, güzel bir bitiş yapabilirdim. Arkadaşlarımı aradım. Gecenin bir vaktinde fütüroskop partisi yapmaya çağırdım. İbretlik beyin fırtınaları ile sonsuzluğa yelken açalım istedim...







Thursday, October 13, 2016

Küçük Mütefekkir (5)


Beynimi, kafatasındaki müebbet hapisten kurtarmak için ne yapabilirim diye düşündüm. Gelecekteki benin bugünkü bana açtığı bu sırrı başkasına açıp yardım istese miydim? Yoksa rüyamın yorumu hususundaki gibi hayal kırıklığı mı yaşardım? Bunu öğrenmenin bir yolu vardı: denemek.




Bir şiir yazdım ve edebiyat dersinde okudum herkese. Eğer ilgilenen olursa, onunla beraber açılabilirdik bu maceraya:


Kemikten bir kürenin içinde,
Karanlık ve yalnızlık içimde.
Doğur artık beni ey insan,
Kafanın içinde daraldım, inan.
Her beyin kabzında bir beyin,
Hür beyin, edebidir gerçek beyin.


Şiirimi okurken, sınıfta gülüşmeler oldu. "Yağdı yağmur, çaktı şimşek, sen de mi..." mısralarını söyleyen haddini bilmezler oldu. Ama son iki mısrada herkes sustu. Şiirim bittiğinde kısa bir alkış faslı geçti ama benim gözlerim, sırrımı anladığı gözlerinden ışıldayan birilerini arıyordu. Bir kaç kişi manidar manidar beni süzdü. "Acaba" dedim, kendi kendime...

Teneffüste yanıma gelen olmadı; en azından şiirle alakalı olarak. Daha önceki pozitif "acaba"ma negatif bir "acaba" ekledim. Belki de mesaj yüklü şişemi yanlış okyanusa atmıştım. Öyle ya da böyle, bu serüvene mutlaka çıkmam gerekiyordu, çünkü şiirim, herkesten önce benim beynimin inlemelerini yansıtıyordu.

Okuldan sonra yine sahaf amcanın yanına gittim. Şiirimi gösterdim. Gülümsedi. "Fütüroskop sana ne gösterdi?" diye sordu. Onun zaten bildiğini zannediyordum, ama görülenler sadece sana has kalıyormuş. Anlattım ona; kitap içinden füzeyle çıkışımı, garip bir uzayda gelecekteki kendimle karşılaşmamı ve en sonda bana fısıldanan sırrı:
"Çünkü beyinlerini kafataslarına hapsedenler, bilgiyi de kitaplara hapsederler. Halbuki evren kitabı, ancak bütün bedenle okunur."



Bana eski devirlerdeki bilgi kıtlığı zamanında insanlara her şeyin öğretildiğini ve böylece hem bilgiye hem insana hem de evrene bütüncül bakıldığını, ama geçen bir kaç yüzyılda çığ gibi artan bilgiyle bu bütüncüllüğün yerine analitik, parçalayıcı perspektiflerin egemen olduğunu anlattı. Manastıra veya inzivahaneye çekilen dindarlar ile dini, elinin tersiyle iten bilim adamlarının da bu noktada birbirinin aynısı olduğunu belirtti. Benim söylediğim şiir de, ona o eski devir filozoflarını anımsatmış. Zaten eskilerin "kamil insan" tanımında, insanın bütün melekelerinin gelişmesi esasmış, bir bütün olarak insan ile evren, birbirinin ayna görüntüsüymüş. Bütün bunlar, benim daha önceki sorularımdan birine ışık tuttu:

"Bilgiyi kitaplara hapsedenler, beyinlerini kafataslarına hapsedenler, evreni sadece gördüklerine ve kontrol edebildiklerine indirgeyenler, vs. vs. hepsi aynı mantalitenin çocuğu. Beyinlerini doğuramadıkları için kafalarının içinde çürüyor ve onları zehirliyor."

Benim bu ergen isyankarlığı ile sarfettiğim kelimeler, sarraf amcayı, beni frenlemeye zorlamış olmalı ki hemen söze daldı:

"Yavaş ol, yavaş ol. Doğru bir çıkış noktası, doğru bir yol demek değildir. Evet, hepsi aynı mantalitenin çocuğu ama bunun neticesini zehirleme olarak değil de esaret olarak ifade etsen daha iyi olur. Neticede onların bu yaklaşımının meyveleri de hakikatin belirli yönlerini temsil ediyor."

"İyi ama, kendi yaklaşımlarını tek olası yaklaşım olarak yeni yetişen nesillere empoze ediyorlar?"

"Sen de o zaman, Allah'ın tefekkür davetine icabet edeceksin ve sınırsız ve sayısız yolculuklara çıkacaksın."

"İnsanların bu yolculukları dinlemeye tahammülü yok ki..."

"Tefekkür, senin başına Allah'ın taktığı bir tâçtır. Sen çıkartmadıkça kimse onu senden alamaz."













Sunday, October 9, 2016

Küçük Mütefekkir (4)


Bir rokete binmiş gibiydim. Aniden gürültü ve sarsıntılarla yükselmeye başladım. Camdan dışarı bakınca beyaz ve düz arazilerin ortasında bir yerden havalandığımı anladım. Mesafe arttıkça, aşağıda kalan yerleri ve şekilleri daha iyi seçmeye başladım. Ama gördüklerime inanamadım. Harf şeklinde binalarla yazılmış cümlelerdi bunlar. Güney Amerika'daki tarlalarda çizili enteresan şekilleri anımsadım, ama bunlar düpedüz benim anladığım dil ve alfabede yazılmıştı.





Yükseldikçe daha fazla kelime ve cümleyi görüyordum. Birden ortalık bembeyaz bir sis tabakasıyla kaplandı. Hiç bir şey görünmüyordu. Endişelenmeye başlayacaktım ki etraf yeniden açıldı ve öncekine benzer, binalarla yazılmış kelime ve cümleler gördüm. Dikkat edince anladım ki bu cümleler aslında bir hayat hikayesini anlatıyordu. Dehşete kapıldım ve tam o anda etraf yine bembeyaz kesti. Sonra aynı şekilde cümlelerden oluşan manzaralar...

Sanki bir kitabın sayfaları arasında yükseliyordum, yedi kat göklere çıkar gibi. Bu kitap ne zaman bitecek diye kendi kendime sorarken bu sefer ortalık karardı. Uzun bir geceye girmiş gibiydim.

Derken gece aydınlandı ve bordo üstüne altın yazmayla basılmış kendi ismimi gördüm. Bu kitap benim kitabımdı. Yani benim hayatımın hikayesi... Ve ben onu okumadan içinden geçip gitmiştim...




Kitaptan çıktığımda, sanki uzaydaymışım gibi bir hafiflik ve boşlukla doldu içim. Pencereden dışarı baktığımda, benim gibi bu uzayda uçuşan başkalarını gördüm. Onlar nasıl gelmişti buraya? Onlar benim hayalim miydi yoksa fütüroskopla gördüğüm geleceğin gerçek bir parçası mı? Onlarla konuşabilir miyim acaba diye düşünürken birisi bana seslendi: "Hadi çık artık!"

Korksam mı şaşırsam mı bilemedim. Acaba sahaf amca mı beni geri çağırıyordu yoksa bu uzaydan bana gelen gerçek bir ses miydi bu? Bu sorularla kalakalmışken füzemin kapısı açıldı ve onu gördüm. "Gel hadi!" diyerek hafif bir gülümsemeyle beni dışarı çağırdı. Uzayda hava mı vardı ki? Ama demek ki burası başka bir yerdi.

Bir saniye. Az önce konuşan kişi, hiç ağzını oynatmadan benimle konuşmuştu! Hızla kafamı ona çevirdim ve ağzımı açmadan nasıl çığlık atabildiğime ilk defa şahit oldum.

"Ne yapıyorsun? Sus, sus." Ellerini yanaklarıma koydu ve "Gel seninle gezmeye gidelim" dedi. Artık arkadaştık...

Teker teker çevredeki füzeleri ziyaret ettik. İstisnasız herkes uyuyordu. "Burada olduklarını bilmiyorlar bile" dedi arkadaşım.

"Neden ki?"

"Çünkü beyinlerini kafataslarına hapsedenler, bilgiyi de kitaplara hapsederler. Halbuki evren kitabı, ancak bütün bedenle okunur."



Bunu anlayamamıştım. Beyin zaten kafatasında yaratılmıştı ve onu oraya koyan biz olmadığımız gibi kafatasını hapishane gibi tasarlayan da biz değildik. Ayrıca bilgi, kitaplar aracılığıyla saklanır, aktarılır. Kitapların hapishaneye dönüşmesi ne demekti? Ve evren kitabı kavramını daha önceden duymuştum ama bütün bedenle okuma kavramıyla ilk defa karşılaşıyordum. Hem eğer bu diğer insanlar beyinlerini hapsettilerse, onları uyandıralım ve kurtulsunlar; niye sessiz oluyoruz ki? Ve ayrıca ben sanki diğer insanlardan çok mu farklıyım? Niye böyle uyanığım?




"Yeter yeter, yavaş ol" diye beni durdurdu arkadaşım. Galiba farkında olmadan bütün soruları bağıra bağıra dile getiriyordum; ve tabi ki ağzımı açmıyor olmama rağmen.

"Buraya nasıl geldiğini hatırlıyor musun?"
"Evet. Fütüroskopla."
"Ben kimim, biliyor musun?"
"...?"
"Sahaf sana ne demişti?"

Düşündüm. Hiç ağzını açmadan benimle konuşabilecek, benim de kendisiyle aynı şekilde konuşabileceğim tek kişi vardı. Kendim! Zaten sahaf da bana, gördüklerimin ben olduğunu söylemişti. Yani gelecekteki kendimle mi görüşüyordum? Yani, şu anda oluşturduğum sorulara, gelecekte cevaplar veriyordum...

Peki içinden çıktığım kitap neydi? Benim yazdığım kitap mı? Ama niye benim hayat hikayem vardı onda?

"Her insan, yaptıkları ile bir kitap yazıyor. Herkes bir yazar; ve bu eserleri, öldükten sonra ellerine verilecek."
"Yani yazmak, ille de elle yapılmıyor?"
"Evet. Aynen düşünmenin sadece kafatasının içinde gerçekleşmediği gibi... Ve okumanın da sadece gözlerini harflerin üzerinde gezdirerek yapılmadığı gibi..."







Sunday, October 2, 2016

Küçük Mütefekkir (3)


İkinci el kitap satanların olduğu sokağa girmiştim. Kitapların sükuneti, kitapçıların münzevi halleri insanı zaman içinde bir helezona çekiyordu sanki. Adımlarımı kendi başlarına bıraktım. Gözlerim de bu arada kitapların sergilendiği raflarda ve tablalarda gezintiye çıktı. Derken hat sanatıyla yazılmış bir şeyler dikkatimi çekti. Yaklaştım ve bir çizgi film karakteri gibi hat harflerinin kıvrımları üzerinde kâh tırmandım kâh kaydım, bir harften öbürüne atladım. Sonra harflerin atkılarının kesiştiği yerleri kullanarak kelimenin ilerilerine veya gerisine kısa yoldan seyahat ettim. Ve kendime bir de isim verdim: harf gezgini.




Harfler arası seyahatimden beni, sahafın sesi çıkardı: "denemek ister misin?" Neden olmasın, diye cevapladım ve okulda mecburiyet olarak başımdan savmak istediğim kalem ve kağıtları bu sefer kendi isteğimle aldım elime. "Rüzgârda savrulan bir kelebeğin yol haritasını düşün ve sal elini boşluğa" dedi. "Hattının ilhama açık olması, kalbinin rüzgarlarıyla havalanıp raksetmesine bağlıdır."




Bilgi adına bir şeyler yalamış bir ergen saflığıyla "ama güzel olmaz ki" diye tepki verdim. "Kaleminden çıkanların güzel veya çirkin olmasına sen kara veremezsin. Sana düşen kalemi tutmaktır. Rüzgârın sahibinin işine karışma." Gülümsedim. Sonra aklım bir an, fütüroskobumda gördüğüm zaman dalgalarına gitti; zaman mürekkebi ile yazılan kader hikayesinin harflerine.

"Şair misiniz" diye sordum. "Yazarım" dedi, sahaf. Tam anlamadım; ara sıra şiir yazdığı manasına mı söylemişti, yoksa nesir yazarlığı yaptığı için mi böyle demişti? Sormama gerek kalmadan devam etti:

"Eğer şiir görürsem şiir yazarım, hikaye görürsem hikaye yazarım, fikir görürsem söz yazarım."
"O zaman iyi bir gözlemci olmalısınız?"
"Denebilir. Bilirsin tarih tekrar eder. Geleceğe baktığında geçmişi görürsün. Fütüroskopta gördüklerini hava durumu gibi değil de kendine beden arayan manalar olarak düşünürsen, o yetim manaların bazıları için kalemini beden yapabilirsin."

Demek bu sahaf da bizim kafadandı. Dükkânının arka tarafından çıkılan bir bahçeye geçtik. Bana dev bir fütüroskop gösterdi. Böylesini hiç görmemiştim. "Bu özel yapım. Başka yerde göremezsin," dedi sahaf. "Şimdi şuna bir bak bakalım. Bahtına şiir mi çıkacak, hikaye mi yoksa başka bir şey mi!"





Kafam karışmıştı. Bir şiir görsem ve onu yazsam, o şiir benim olmazdı ki? Başkasına ait bir şeyi sahiplenemezdim. Hem uzun bir şiir görsem, onu hafızamda tutamazdım ki! Bn böyle düşünedurayım, sahaf kafama bir şey geçiriverdi. "Bu da ilhamlarını kaydetmek için." Kendimi kontrol edemedim ve ağzımdan "Yok artık!" diye bir hayretle karışık inanamama ifadesi kaçıverdi. Ama her şey işte buradaydı. Peki ya göreceklerim? Onlar benim eserim mi olacaktı?

"Şimdi kendi geçmişine, geleceğine bakacaksın. Bu sadece senin yapabileceğin bir şey. Kendi iç dünyanı göreceksin. Gördüklerin tamamen sensin."

Ve kendi zaman tünelime açıldım...





Tuesday, September 27, 2016

Küçük Mütefekkir (2)


Son üç gündür aynı rüya ile nefes nefese uyanıyordum. Gece vakti fütüroskobumla gözlem yaparken aletin içine düşüyorum ve zamanın dalgaları arasında bir var olan bir yok olan garip bir halde kalakalıyorum. Ne zaman bana yardım etmek için birisi elini uzatacak olsa yok oluveriyorum ve kurtulamıyorum bir türlü. Sonra birisi bana sarılıyor sıkı sıkı, ve onunla beraber yok olup var olmaya başlıyoruz. Bu yokluk-varlık o kadar hızlanıyor ki kalbimin atışları ile senkronize oluyor ve öylece uyanıyorum.



Uyanınca  kitap yazmak için seçtiğim özel defterimin başına geçiyordum. Öylece bekleyip bekleyip duruyor ve en nihayetinde tekrar uyuyakalıyordum. Rüyamı kime anlatsam diye düşündüm ama pek kimseye açmak içimden gelmedi. Okuldan sonra, iki zaman sahibinden bahseden öğretmenimle konuşabileceğimi düşündüm. Beni dinledi. "Hayırdır inşaallah" dedi, o kadar. Bir yandan ferahlamıştım bir yandan da kırdığı fındık boş çıkan çocuk gibi sinirlenmiştim. O kadar mıydı yani? Sadece bir "hayırdır inşaallah" lafını ben de söylerdim. Yok muydu ötesi?



İşin kötüsü, beni üç gün ardarda kıskıvrak yakalayan o rüya da, o günden sonra kayboldu. Ondan sonra da bende ne heves kaldı ne nefes. Tarih dersleri, hayallerimden çok hafızamın meşgalesi olmaya başladı. Fütüroskobumu da bir köşeye kaldırıp, okul arkadaşlarımla beraber delikanlılığımı yaşamaya koyuldum. Demek fütüroskopta gördüğüm kitap gerçekten yok olmuştu. Hem de korktuğum gibi benim ölümümle falan da değil, aksine ilgi alanlarımın değişmesinden ve zaten olmayan bir kitap yazma düşüncemin hiç yeşermeyecek olmasından. Zaten var olan milyonlarca kitaba bir tanesinin daha eklenmemesi, insanlığa ne kaybettirirdi ki?






Küçük Mütefekkir (1)


Benim küçüklüğümde tarih dersleri farklı okutulurdu. Sadece geçmiş değil, zamanın tamamı okutulurdu. Tamamı deyince, geçmiş gelecek hepsi dahil. Akşamları haberlerden sonra da hava durumuna ek olarak gelecek durumu verilirdi. İnsanların o gün yaptıklarına göre ülkenin, dünyanın geleceği hakkındaki gözlemler aktarılırdı.



Geleceği gözlemlemek için kullanılan alete fütüroskop deniyordu. Fütüroskop kullanılarak geleceğin nasıl sürekli değiştiğini seyredebiliyordunuz. Böyle olunca da insanlar genellikle ayaklarını denk alıyorlar, iradeli davranmaya çalışıyorlardı. Ama bazen, "tek bir kişiden bir şey olmaz" deyip kendi menfaatini her şeyin önünde tutan birileri veya "gelecek tahminleri de hava tahminlerinden farklı değil; yanılma payı var" deyip şu anki az ve geçici kazancı gelecekteki çok ve kalıcı kazanca tercih eden birileri çıkıyordu. Bunların yaptıklarının zamanda oluşturduğu fırtınalardan dolayı bütün toplum sarsılıyordu ve bu fırtınaların gelişini gün be gün fütüroskopla görebiliyorduk. Bunun mukabilinde yapılmaya çalışılanlar bazen işe yarıyordu bazen ise ne yapılırsa yapılsın, o fırtına göz göre göre geliyordu. O yüzden, başta da dediğim gibi, tarih derslerinde hem geçmiş hem gelecek anlatılıyordu ki yeni nesiller tarihi, uygulamalı ve deneysel olarak öğrensin.

Yine de fütüroskop görüntüleri neye kimin neden olduğunu saptayacak netlikte olmadığı ve herkesin yaptıklarının kollektif sonucunu gösterdiği için, yaptığı kötülükler yanına kâr kalan tipler olmuyor değildi. Ve onların varlığı, diğer başkalarını da "bişi olmaaaz" demeye sevkedebiliyordu. Fakat her şeye rağmen, uzun vadede stabil olan ve içindeki şerleri ve fitneleri sindirebilen bir toplumduk ve fütüroskopun bunda etkisi büyüktü.

Benim gibi bu işin meraklıları, kendi evlerine de bir fütüroskop alıyordu. Olacak hadiseleri gözlemlemeye çalışarak kendimizi ve arkadaşlarımızı hazırlamaya çalışıyorduk. Ama takdir edersiniz ki bizzat bizim bu yaptıklarımız, geleceği tekrar değiştirdiği için aşırı uzun vadeli tahminlerde bulunmak kolay olmuyordu. Buna bir tür zamansal türbülans diyebilirsiniz.



Böyle gözlemlerimin birinde, kendimi bir kitap yazarken gördüm. Bana çok garip ve ilgi çekici geldi bu  hal, çünkü o sıralarda öyle bir düşüncem yoktu. Fütüroskobumun ayarlarını değiştirerek neler yazdığımı görmeye çalıştım. Fakat zamanın dalgaları çok şiddetli olduğu için yazılanları sürekli değiştirip birbirine karıştırıyordu. Bir müddet bekledim belki fırtına durulur diye, ama nafile. "Yarın aynı gelecek hala geçerli olursa, o zaman tekrar bakmayı denerim" dedim kendi kendime. İşin enteresanı, aletten gördüklerime rağmen, aklımda hâlâ ne bir kitap ne de bir başka eser fikri oluştu.

Ertesi gün tekrar görmeye çalıştım kendimi ve kitabımı, ama artık yok olmuştu. Ne yazdığım kitap ne de ben, hiç bir yerde görünmüyorduk. Düşündüm ne olmuş olabilir diye. Acaba kitaptan vaz mı geçmiştim? Yoksa seyahate falan mı çıkmıştım?... Neden sonra bambaşka bir fikir geldi aklıma ve bir anda tüylerim diken diken oldu. Acaba kitabı yazmaya başlamadan önce ölecek miydim?



Bu düşünce beni çok sarstı. Daha oniki yaşımdaydım... Bir kaç gün boyunca, yedi aylık bebeğini düşük yapmış anne gibi dolaştım ortalıkta. Fütüroskobuma bakmak da hiç içimden gelmedi. Fakat sonra, yeni bir fikir geldi aklıma. Ölümsüz bir yaratık olup da sonradan ölümlü hale geliyor değildim! Eğer kitabımın yazılamamasının arkasındaki neden ölümümdüyse, anormal bir durum yoktu. Belki benimkisi, sonsuza uzanan hayallerime ket vurulmasındandı. Ölüm tarihim üç aşağı beş yukarı belli olunca, artık 100-200 senelik planlar yapamayacak, dünyayı, insanlığı avucumun içinde evirip-çeviremeyecektim, o kadar. Hem sonra fütüroskopta görülenlerin yüzde yüz olacağı ne malum! Onun gösterdikleri, sürekli değişen gelecek değil mi?

Bu şekilde sakinleşince, acaba ne yapsam diye düşünürken, belki de bir kitap yazmalıyım diye düşündüm. İyi ama ne kitabı? Daha oniki yaşıma yeni basmışken ne yazabilirdim? Bu konuda bana fikir verebilecek birilerini bulma ümidiyle biraz dolaşmaya karar verdim. Ya çok okuyan birilerini bulmalıydım ya da yazan birilerini. Etrafımda okuyan insanlar vardı da, yazan insan bulmak... İşte en zoru oydu. Genellikle geçmişte yazılmış kitaplar okunuyordu ve onların yazarları da çoktan ölmüştü. Ölü insanlarla nasıl konuşabilirdim ki?

Bizim tarih derslerinin birinde "iki zaman sahibi" lâkaplı birini öğrendim. Ona bu ismin verilmesinin hikmeti ne olabilirdi ki? Öğretmenimize sordum. O kişinin peygamber olabileceği ve zamanda yolculuk gibi bir mucizesinin olabileceği ihtimali üzerinde durdu. Böyle bir şeyin düşüncesi bile bütün hayal dünyamın nükleer reaksiyonlar geçirmesine ve gama ışınları saçarak bir kara delik gibi bütün benliğimi yutmasına yetmişti. Acaba onu görebilir miydim? Acaba yaşadığı ikinci zaman, bizim zamanımız veya fütüroskopta görebileceğim bir zaman olabilir miydi?... Ve acaba gelecek hayatımdan kitabımla beraber kaybolmam, iki zaman sahibiyle beraber zamanda seyahate çıkmamdan olabilir miydi?